“Kürt sorunu nedir?” Bu soruya -“Kürtler yoktur” diyenleri dışarıda bırakarak söyleyecek olursak- verilmiş olan çok sayıda yanıt var. Bu yanıtlara göre, Kürt sorunu bir demokratikleşme sorunudur, bir güvenlik sorunudur, dış güçlerden kaynaklı bir sorundur, bir azgelişmişlik/ka lkınma sorunudur, bir emekçi sorunudur vesaire.

Bu yanıtlar, farklı siyasi pozisyonlardan üretilmiş yanıtlar olmakla birlikte, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun etrafında dolanmakta, sorunun “bilimsel yanıtı”ndan uzak durmaktadırlar. Peki, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun “bilimsel” bir yanıtı var mıdır, “Kürt sorunu nedir?” sorusuna “bilimsel” bir yanıt vermek ne demektir?

Bu soruya, sosyal bilimler alanında ve özellikle “milliyetçilik çalışmaları” başlığında yazılmış binlerce kitap ve yüz binlerce makaleye bakarak “bilimsel” bir yanıt vermek mümkündür ve o yanıt en veciz haliyle şöyledir: “Kürt sorunu etno-politik bir sorundur.” Bu ise şu anlama gelmektedir: Kürt sorunu, Kürt olarak adlandırılan ve statü sahibi olmayan bir etnik grubun, uluslaşma süreci içerisinde, statü sahibi olmayı talep etmesiyle ama bu taleplerinin karşılanmamasıyla ilgili bir sorundur.

Peki “statü sahibi olmak” ne demektir? Anlatmaya çalışalım: Milliyetçilik ideolojisi, yine veciz bir ifade tanım kullanacak olursak, “Ulus fikriyle devlet fikrinin çakışması” olarak tarif edilebilir. Dolayısıyla etno-politik sorunlarda çözüm, uzun yıllar boyunca, ulusların kendi devletlerine sahip olması, yani “ulus-devlet” olarak karşımıza çıkmıştır. Klasik şema uyarınca, bir etnik grup zamanla ulus olma bilincini edinecek/uluslaşacak, bu esnada statü talep edecek, bunun için mücadele verecek ve nihayetinde de bağımsızlığına kavuşacak/kendisine ait bir devlet kuracaktır.
Kürt etno-politik sorununun ve Kürt uluslaşma sürecinin taşıyıcısı olarak Kürt siyasi hareketi de uzun yıllar boyunca bu klasik şemaya sadık kalmış, Kürt sorununun çözümünün bağımsız bir Kürt devleti kurulmasından geçtiğini savunmuştur. Hedef, bağımsız, birleşik ve -ulusal kurtuluş mücadelelerinin çoğunda gözlendiği üzere sosyalist- bir devlet kurmaktır.

Ancak zamanla bu klasik paradigma değişmiş, statü talebinden vazgeçilmemiş olmakla birlikte, “bağımsız Kürdistan” talebinden –en azından söylemsel düzeyde- vazgeçilmiştir. Statü talebinin bugünkü formu ve dile getiriliş biçimi, mevcut sınırlar değişmeksizin yapılacak anayasal ve yasal düzenlemelerle Kürt coğrafyasında âdem-i merkeziyetçi bir idare biçiminin hâkim olması, meselenin demokratik hakların genişletilmesi ve yurttaşlığın içinin demokratik bir şekilde doldurulmasıyla çözülmesi şeklindedir. Buna ise “demokratik özerklik” ya da şu aralar daha popüler olduğu üzere, “özyönetim” adı verilmektedir.

Bu dönüşümün elbette ki pratik ve teorik nedenleri vardır. Pratik neden, Öcalan ve PKK yönetiminin askeri olarak devleti yenip bağımsızlık ilan edemeyeceğinin farkına varmış olmasıdır ve Öcalan’ın 1999’da Kenya’da yakalanması bu farkındalığı pekiştirmiştir. Diğer bir pratik neden ise 1990’ların hemen başında reel sosyalizmin çözülmesi ve buna bağlı olarak ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya ölçeğinde bir geri çekilme süreci yaşamasıdır.
Teorik nedenler ise, yakalanmasının ardından Öcalan’ın yaptığı okumalar ve yaşadığı fikri dönüşümle ilgilidir. Öcalan, post-Marksist, postmodern, liberter, dünya-sistemci ve anarşist okumaları neticesinde hem Marksizm-Leninizm’le bağlarını koparmış, hem de modernitenin ve bununla bağlantılı olarak ulus-devletler sisteminin keskin bir eleştiricisi haline dönüşmüştür.

Öcalan, “tekçi ve baskıcı” olarak adlandırdığı “kapitalist modernite”nin yerine “demokratik modernite”yi, tekçi ulus anlayışının yerine “demokratik ulus”u, ulus-devletlerin yerine de “demokratik özerklik”i önermektedir. Öcalan’ın yazdıklarına bakarak, bu kavramları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Demokratik modernite, kapitalist moderniteye karşı ekolojik, kırsal, komünal/kooperatifçi bir üretimi ve onun etrafında örgütlenmiş bir toplum modelini/uygarlık tahayyülünü içermektedir. Demokratik ulus, “tekçi ulus anlayışı”na karşı, etnisite üzerinden tanımlanmayan, cinsiyet eşitlikçi ve çokkültürlü/çok dilli bir kolektif kimliği işaret etmektedir. Demokratik özerlik ise merkezi devlet aygıtının yetkilerinin önemlice bir bölümünü yerel yönetim aygıtlarına devretmesi ve katılımcı bir yerel demokrasinin inşası anlamına gelmektedir.

Peki, tarihsel arka planını ve teorik çerçevesini -bir köşe yazısı sınırları içerisinde- ortaya koymaya çalıştığımız “demokratik özerklik” Kürt sorununa bir çözüm olabilir mi, özyönetimle Kürtler bir statüye kavuşmuş olurlar mı? Bu soruların yanıtını da pazar günkü yazıda tartışmaya çalışalım.