Geçen hafta, burjuva siyaseti içinde kendini demokrat kabul eden politikacıların ve onlara ürettikleri kanaatlerle destek olanların

Geçen hafta, burjuva siyaseti içinde kendini demokrat kabul eden politikacıların ve onlara ürettikleri kanaatlerle destek olanların karşı karşıya kaldıkları bir durumdan söz etmeye başlamıştım: Herkes için hayırlı olacağına, demokrasiyi kollayıp ilerleteceğine, yurttaşların özgürlüklerini orta vadede garanti altına alacağına inanılan politik sonuçlar elde etmek uğruna, daha kötü olanı engellemek adına, kötülük yapmak. Şerri (örneğimizde terörizm)
yenmek için, demokrasiyi askıya almak, özgürlükleri kısıtlamak, bunları yapan otoriter siyasetçiye boyun eğmek: Kısacası, demokrasinin düşmanlarını yok etmek için, elleri kirletme zorunluluğunu (açık veya örtük) kabullenmek. Bu zorunluluğu gerekçelendirme biçimi. Masaya yatırmaya çalıştığım şey bu.

Siyaset kuramı tartışmalarında “Kirli Eller Argümanı” diye geçen liberal-demokratik gerekçelendirme biçiminin izini, yargıda Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) adı verilen oluşumun tasfiyesinde sürebileceğimizi tartıştım. Hükümetin, polisin, istihbaratın, savcı ve yargıçların, cezaevi yöneticilerinin ETÖ’ye karşı tesis ettiği tertibât, 11 Eylül sonrasında ismi El Kaide olarak konulan tehdide karşı ABD hegemonyasında yerleştirilen küresel tertibâta
giderek daha çok benzer oldu.

El Kaide (veya İslamî Cihâd, Hamas, kısa bir süre sonra radikal Müslüman kimlikli her tür örgüt) için kullanılan, İslâm dinini tarihsizleştirip yekpâre bir kalıba sokan o berbat “İslamo-faşizm” tabirinin ruh ikizinin yaratıldığını düşünüyorum: “Kemalo-faşist”, ya da “Kemalist” kategorileri/suçlamaları da, bugün birçok demokratın kullanımıyla, Türkiye’de Kemalizmlerin tarihsizleştirilmesine hizmet ediyor. “Liberal”, “solcu” gibi, “Kemalist” de dilimize
yapıştı (kendimi de tenzih edemem), çoğunlukla ne tür politik yatkınlıklara işaret ederek kullandığımızın farkında olmadan, bir tür “boş gösteren” olarak kullanır olduk kelimeyi.

Bâriz olanı aradan çıkarıvereyim: Türkiye’de devlet alanında, burjuva siyasetinin dönem dönem daha fazla ihtiyaç duyduğu, istikrar onlarsız sağlanabildiğinde varlıkları huzursuzluk yaratan, tarihsel-sosyolojik anlamıyla “faşist” olarak açıklanması gereken askerî ve polisiye şebekeler vardı, vardır. Lâkin, ETÖ’nün kamuoyu algısında ne haline getirildiğini düşünürsek, tarihselleştirici ve özgürleştirici perspektifi bugünkü hükümet politikaları (ve bu politikaları onaylayan devlet-dışı aktörler) yüzünden yitirmek üzere olduğumuz kanaatindeyim. Temel faaliyet biçimi hukuksuzluk olan bir paramiliter şebekeye kim, neden ihtiyaç duyar sorusunu bugünkü burjuva siyasetinin ana oyuncularının hiçbiri radikal biçimde (kelime anlamıyla, kökünden kavrayarak) cevaplayıp hesap sormaya niyetli gözükmüyor.

Unuttuk mu: İttihatçılar, daha Mustafa Kemal iktidarını konsolide etmeden önce, Ermeni Soykırımı’nda kullandıkları, kontrolden çıkan Yakup Cemil gibi faşistleri ortadan kaldırma iradesi göstermişlerdi. Kemal’in fraksiyonu pozisyonunu sağlamlaştırdığında, önemli bir kısmı Ermeni tebanın likidasyonunda aktive edilmiş paramiliter örüntüler Milli Mücadele için başarıyla seferber edildikten sonra ne oldu? Kontrolden çıkan Yenibahçeli Nail, Topal
Osman gibi faşistler ortadan kaldırıldı. Aynı dönemde, aynı paramiliter şebekelerde yetişmiş, ama daha yönetilebilir oluşu yüzünden yeni Cumhuriyet’in işe yarar gördüğü, İnönü ve

Menderes dönemlerinde madalyalarla donatılan Daniş Karabelen ne yaptı (niye yaptı) hatırlayan var mı? Cemal Azmi ve Bahaettin Şakir gibi savaş suçluları Şıracıyan tarafından cezalandırılmasalardı, bir süre sonra ülkeye dönüp Kemal’e biat etmezler miydi?

Lafı önce şuraya çekmek niyetim: Devlet destekli paramiliter şebekeler (cinaî, yıldırıcı, vd. işlevleriyle), tarihsel-sosyolojik bir çerçevede bakarsanız, burjuva siyasetinin ihtiyaçları doğrultusunda aktive veya tasfiye edilmişler. Arjantin ve Şili gibi yerlerde mükemmel olmayan ama daha ilerici sonuçlar vermiş tasfiye süreçleri var, ki örnekler bizde de tartışıldı. Bu tip örneklerde, devlet-dışı gruplar (başta faşistlerin mağdur ettiği, katlettiği insanların özörgütleri, savunucu örgütleri) tasfiye sürecine kendi bağımsız gündemlerini dayatarak, kavga ederek müdahil olabiliyorlarsa, yargı süreci bir hesaplaşma seferberliği ile ilişkilendirilebiliyorsa, demokrasi adına sahici kazanımlardan bahsedilebiliyor.

Lafı buradan da alıp, meselemize getiriyorum: 17 Mart’ta tutukluluk hallerine yaptıkları itiraz da reddedilen gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener önemli bir şeye vesile oldular. Suçlanış biçimleri, Ergenekon davasının kötü bir pragmatizme devrildiğinin, devletin kendi güç tekelini kıracak bir hesaplaşma seferberliğine direneceğinin ayırdına daha güçlü bir şekilde varılmasını sağladı. Arjantin’in 1976-1983 Guerra Sucia (Kirli Savaş) döneminin, İspanya
devletinin 1983-1987 arasında kullandığı GAL’in (Grupos Antiterroristas de Liberación, Antiterörist Özgürlük Grupları) suçlarının hesabının sorulmasına benzer bir atmosfer oluşmadı. Kullanılan, geçmişte 1923 öncesi Yakup Cemil, hemen sonrasında Yenibahçeli Nail gibilerinin, 1960 darbesiyle Menderesçi, 1980 darbesiyle ülkücü milislerin tasfiyesinde çalıştırılan, “kötü-pragmatist” dediğim politik irade.

Tahakküme demokrasi köstümü giydirmek günümüzde oyunun kuralı oldu. Bu oyun içinde bahsettiğim siyaset tarzının önkabulü: Tahakküm, şerle mücadele için, berbat bir şey olsa da, zorunludur ve tabii ki geçicidir. Terörle mücadele için, hukuk düzenini korumak için teröre ve hukuksuzluğa başvurmak sevimli değildir ama bu iş başka türlü olmaz. Çoğunluğun selâmeti için birkaç kişi üzerinde “ileri sorgulama yöntemleri” kullanılabilir, gözaltı süreleri
uzatılabilir, keyfî dinleme yapılabilir, polisin nüfuzu artırılabilir. Ellerinizi kirletmeden olmaz. Korkusuz, cüretkâr olmak gerekir.

Şerden kurtulmak için ehven-i şer yöntemlerle çalışma zorunluluğunu en tutarlı liberal-demokratik argümanlarla savunan siyaset kuramcısı olan Michael Walzer şu notu düşer: “Düşmanı yenmek için yasalara aykırı bir iş yapmak demek, yasayı bir kenara atmak, ortadan kaldırmak anlamına gelmez. Yasa ayakta kalır ve ehven-i şerre yazılmış kişiler üzerinde en azından bir etki bırakır. Bu kişiler, o koşullar içinde en iyisini yapmış olmalarına
rağmen, kötü bir şey yaptıklarını bilirler.” Walzer’ın bu muazzam sinizmi, bugün Şık ve Şener konusunda fanatikçe legalizme sığınan, ama yargıya teslimiyette pürüz çıktığında yargılanan kişilere suç isnat etmekten çekinmeyen liberal-demokrat köktenciliği bir nebze açıklayıcı.

Kısmen diyorum, çünkü bugün Etyen Mahçupyan veya Mümtaz’er Türköne gibi fanatikler, kötünün iyisi bir pozisyon aldıklarına değil, mümkün olan en doğru ve en adaletli demokratik pozisyonu aldıklarına inanıyorlar. Bu çarpık algının sağlam bir besleyicisi tabii, demokratların bostana kolayca korkuluk olarak dikebildikleri, paramiliter örüntülerin
ulusalcı-aktivist destekleyicileri. Sola dair her eğilime düşmanca tavır almak, hepsinden aynı tarih-üstü “Kemalist” korkuluğunu yaratmak, kendi sabitfikir dünyaları içinde etkili oluyor. Bu simgesel dünya (“biz demokratız, diğer herkes otoriter”) gazete toplantıları, eş-dost seminerleri, stratejik düşünce kuruluşu işbirlikleri, ısmarlanan yazılara gelen övgüler, politikacılardan alınan davetler gibi ilişkiler üzerinden doğallaşıyor. Bu yüzden demokrat, ellerinin ne kadar kirlendiğinin tam ayırdında değildir. Hükümetin artık gizlenemeyecek kadar adaletsiz politikalarına gerekçe üretmek zorunda kaldığında, demokrat “kirli eller” konusunda daha bilinçli hale geliyor ve sinikleşiyor.

Tayyip Erdoğan gibi kudretli politikacıların, Prens adlı meşhur eserinde şunları yazan Makyavel’in mesajını köşe yazarlarından daha dürüstçe benimsedikleri fikrindeyim: “Bilmelisiniz ki, iki tür kavga vardır: Biri kurallara uyarak, diğeri zor kullanarak verilir. Birinci yaklaşım İnsan’a özgüdür; ikincisi hayvanlara. Ama çoğu zaman birinci
yöntem yeterli olmayacağı için, kişi zora başvurmaya hazır olmalıdır. İşte bu sebeple bir yöneticinin hayvan gibi davranmayı da, insan gibi davranmayı da öğrenmesi gerekir.” Makyavel’in zor-rıza birlikteliği ile ilgili hatırlatmasına, Walzer gibi kötü-pragmatist liberallerin yakın zamanlarda çektiği cilâyı da ekleyelim: Eğer politikacının, hepimizin iyiliği için yapması gereken kötülük konusunda vicdanı sızlıyorsa, biz yurttaşlar da politikacının bizim için ahlâkî tutarlılığını fedâ etmesini şükranla karşılamalıyız.

Walzer bu cilâyı çekerken, yanlış bir başka varsayım yapıyordu: Ellerin kirletilmesi gerektiğini teslim eden politikacı da, yurttaş da, yapılması gereken kötülük bir tarafa,ahlâken en doğru olanın ne olduğunun bilgisine sahiptirler. Vicdanlar bu yüzden sızlar zaten. Meselâ: Rehabilite edilmesi mümkün olmayan terörist mahkumların birkaçını öldürüp çoğunluğunu “hayata döndürmek”, asayişin tamamen yitmesi seçeneği ile karşılaştırılınca daha iyidir, ama ahlâken yanlıştır, “farkındayız”.

Bu haftalık bitirirken, iktidarın organik gazetecilerinden bir örnek getirelim: “Paniğe, hiç gerek yok. Dava dosyası teşekkül edecek ve nasıl olsa şeffaf toplum olmanın gereği, her şeyi ayan beyan göreceğiz. Bugün üst perdeden atıp tutan ve duruşundan taviz vererek sağa sola savrulan kişilerin mahcup duruma düşmesi de söz konusu. Başbakan, doğru söylüyor: ‘Bırakın yargı işini yapsın.’” (Ekrem Dumanlı, 7.3.2011, Zaman) Bu yaygın söylem, demokratikleşmeyi yargıya ve polisiye faaliyetlere teslim eden sinizme işaret ediyor, bir. Dahası, devletin bu iki koluna yapılabilecek toplumsal hareket müdahalelerine, tamamen devlet ağzıyla, yasak koyuyor. (istifhanem.com)