Delilik üzerine daha önce de yazdım, ama bugün de bir başka açıdan yazmaya niyetlendim; zaten insan gibi bitmez tükenmez bir konudur; ustaları da çağdaşlarımızı saymıyorum, Roterdamlı Desiderius Erasmus (MS.1469-1536) ile atoma ve sonsuzluğa inanan Demokritos’tur. (MS.1478-1535) “Geçenlerde İtalya’dan İngiltere’ye dönerken” diye yazar Erasmus, dostu Thomas Morus için bir şeyler yazmak istediğini, “bunun için de deliliğe […]

Demokritos’un kahkahası

Delilik üzerine daha önce de yazdım, ama bugün de bir başka açıdan yazmaya niyetlendim; zaten insan gibi bitmez tükenmez bir konudur; ustaları da çağdaşlarımızı saymıyorum, Roterdamlı Desiderius Erasmus (MS.1469-1536) ile atoma ve sonsuzluğa inanan Demokritos’tur.

(MS.1478-1535) “Geçenlerde İtalya’dan İngiltere’ye dönerken” diye yazar Erasmus, dostu Thomas Morus için bir şeyler yazmak istediğini, “bunun için de deliliğe övgü yazarak neşelenmeyi uygun gördüğünü” söyler ünlü eserinde; söylerken de “bu şakanın hoşunuza gideceğini düşündüm. Çünkü Demokritos gibi, insan hayatına bakarak güldüğünüz ve bu gibi şakaları, hoşluktan, nükteden büsbütün yoksun olmadıkları zaman sevdiğinizi bilirim” der. (Deliliğe Övgü, Bilim Felsefe Sanat Yayınları, Çeviren Nusret Hızır. sf.7)

Ben de işte çetrefil bir konuda yazarken, gittim kitaplığımın en derin, kuytu bir kösesinde bulduğum “Gülmeye ve Deliliğe Dair” (Ayraç Yayınları, Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay) adlı, yazarının Hippokrates (MÖ.460-377) olduğu pek eğlenceli bir şekilde iddia edilen, kapsamlı ve fakat kısacık romana dalarak, yazdığım uzun hikâyeyi unuttum; yazdıklarımı “bu da nedir yahu” diye burun kıvıranlara karşı nasıl savunacağımı düşünmeye koyuldum.

Hayat biraz deli işidir; şifrelerle çözülmeye eğilimlidir. Gülmeye ve Deliliğe Dair adlı Hippokrates’in yazmadığını sandığım, ama onun yazdığından da hiç kuşku duymadığım, -bu nasıl olur derseniz, kurmacanın gerçekle olan derin ilişkisinin gereğidir derim ben size- eserden söz etmek istiyorum bu seçim gününde.

Abdera kentini, o kentin ahalisinin kaygılarını anlatıyor bu roman. Bu tuhaf eser bir romanda ne olması gerekiyorsa tümünü azıcık sayfanın içine sığdırmayı başarmıştır; neredeyse üçte ikisi mektuplardan oluşuyor; Abderalıların ünlü hekim Hippokrates’ten kentlerinin filozofu Demokritos’u hastalıktan, gülme hastalığından kurtarması için kentlerine davet etmeleriyle başlıyor. Fakat hemen bütün gerçek romanlarda olduğu gibi gerçeğin egemenliği kendini gösteriyor; hiç değilse varılan sonucun, -acele etmeyin öğreneceksiniz- Abderalıları mutlu edip etmediğini öğrenemiyoruz; bu konuda romanda bir ipucu, ipucu söz konusu olsaydı şifre de olurdu, yok,

Ama Hippokrates kendini sağaltılmış yücelmiş hissediyor, hiç değilse şifrelerin bir kısmı da böylece çözülüyor.

Şifreler çözmek değil gizlemek içindir.

Kuşkusuz şifrelerin tümüyle çözülmesi mümkün değildir; biz de zaten böyle beyhude bir çabaya girişip neşemizi kaçırmak gibi boş işlere girişecek değiliz. Kimi zaman benzerliklerin şifre gibi görünmesi bizi sarsabilir; “işte bunun için yazılmış sanki bu hikaye” diye sıkıntıdan dört dönmeye başladığımız olur; örneğin, kahramanların çağdaşları arasında yer alan Herakleitos’un (MÖ.530-470) dostu Abderas’ın pek acıklı bir hikayesi vardır; kısaca yazalım. Herakleitos, dostu Abderos’a Diomedes’in vahşi olduğunu sandığım atlarını emanet etmiş ve fakat atlar Abderos’u, -nasıl olduğunu yazmıyor kaynak dipnotum, öldürmüşlerdir. İşte bizim kentimiz de o Abderas’ın anısına Herakleitos’un kurduğu kenttir. Ne karışık işler atlar, atların öldürdüğü genç adam…

O da başka bir hikâyedir…

Ama lafı yine gereksiz yere uzattık; gülmek üzerine, gülmenin erdemi üzerine konuşuyorduk; “Neden gülüyorsun?” sorusunu büyük bir ciddiyetle yanıtlar Demokritos. “Hep daha fazlasını isteyen insanlara gülüyorum der; Dünya sonsuzdur Hippokrates; doğanın zenginliğini azaltmaktan kaçınmalısın, …ben arzularının ölçüsüzlüğü nedeniyle dünyanın uçlarına ve derin çukurlarına varana kadar her yerde macera arayan, altın ve gümüş eriten, bunlardan edinmekten hiç vazgeçmeyen, düşünmemek için bunlardan hep daha fazlasına sahip olmak için çırpınan insana gülüyorum” diye anlatır. “Geniş bir toprağın etrafını çevirerek ona bir mülkiyet damgası vururlar ve büyük malikanenin sahibi olmak isterler ama kendilerine hakim olamazlar… Asla Barış içinde yaşamayı düşünmeksizin hemcinsleriyle savaşırlar.” (a.g.e; sf.63-64)

İnsanoğlunun daha bir sürü “hasletini” saydıktan sonra Demokritos, “öyleyse Hippokrates, benim gülmemi neden kınıyorsun” diye sorar. Demokritos, insanların garip hallerini, hallerimizi anlatır; uzundur, pek ayrıntılıdır; nihayet sonunda Hippokrates’in itirazlarını da sabırla dinleyen Demokritos, neredeyse biraz sertçe, “Kafanın yavaş çalıştığını kanıtlıyorsun Hippokrates ve cehaletin nedeniyle sükunet ve karışıklığın sınırlarını incelemeyi ihmal ederek, düşüncemden çok uzağa düşüyorsun, sözünü ettiğin işler sağduyu ile düzene sokulacak olsa güçlükler kolaylıkla aşılır ve bana da gülecek bir şey kalmaz.” der. (a.g.y; sf.66) İşte benim bitip tükenmez ütopyacılığımın kaynağı da bu ya da bunun gibi sözler değil mi.

İyileştiniz mi sonunda?

Sonunda Hippokrates hasta, Demokritos hekim olacaktır. Dönüşünü heyecanla bekleyen Abderalılara da “dostlar der, beni yurdunuza elçi olarak davet ittiğiniz için size çok şey borçluyum çünkü bilgeler belgesi, insanları yola getirecek tek kişi olan Demokritos’u gördüm.

İşte Hippokrates’in mi yoksa bir sahtesinin mi yazdığı bilinmeyen ama pek de merak edilmeyen Gülmeye ve Deliliğe Dair adlı tuhaf roman böyledir. Şifrelerde dolu olsa da anlattığı hakikat o kadar karışık, karmaşık değildir. Ben de bu romanı okuduktan sonra uzun süre kendime gelemedim, bir yandan şifreleri çözmeye çabalarken, Abdera adının nereden geldiğini araştırmaya çalışır, atların kurbanı olan Abderosu gözümde canlandırmaya çabalar, “hayat ne garip” diye geçirirdim içimden. Aslında şu bir türlü tüketemediğimiz dünyamızda ne gafil, ne sözden anlamaz insanlarız biz. Eski zamanlara tarihin derinliklerine doğru gittikçe, filozofların yaşadıkları zamanların bugün de geçerli, yol gösterici ışık saçanlar olduğu, ama kadınlar ve köleler konusunda var olandan kuşkulanmak gibi bir düşüncenin akıllarından hiç geçmediğini görünce şaşırır; aynı çağda yaşayan bu sorunu sorunları gören bir iki şaire rastladığımda -ki genelikle onlar şair filozoflardır, işte o kadar da umutsuz değil durum diye kendimi teselli eder; Heidegger (MS.1889-1976) gibi sahte düşünürleri, Leviathan ve De Cive adlı eserlerinde “evrensel barış için uzun bir savaş dönemine katlanmak zorundayız” diyerek mutlakiyetçi bir sistemin savunusunu yapan Thomas Hobbes (MS.1588-1679) gibi haksızken haklı gibi görünmeyi başaran, kralları, beyleri, “Earl”leri arasında mekik dokuyan filozofları hem okur, hem es geçerdim.

Sonunda dünyanın hızlı döndüğünü ama insanoğlunun gelişiminin bu kadar hızlı olmadığına karar verdim. Şimdi belki bir ölçüde hızımız artmıştır; ama dünyayı tüketmeye de hız verdiğimiz için durumumuz umutsuzdur. “Sen de kimsin, cürmün ne ki, seni aşar bu meseleler” diyenleri ise, “Abdera yakınlarında oturan bir ölümlüyüm ne olacak, sık sık da yüzümün şeklini Demokritos’un hep gülen, herkesin kendini, kendi gülüşünü bulduğu heykeline benzeterek gülüyorum hem de kahkahalarla” diyerek geçiştiriyorum.