Dünyanın birçok yerinde farklı festivallere gitmiş, hem müzikten para kazanan, hem de kazandığı parayı müziğe harcayan bir insan olarak, benim için gittiğim festivallerde yaşadığım deneyim hakikatten çok önemli. Deneyimden bahsederken, sahnede izlediğim gruplardan söz etmiyorum sadece. Bilet alma sürecimden başlayan, otobüse, trene, uçağa atlamakla devam eden, festival boyunca karşıma çıkan türlü ilginçliklerle mutlu ya da mutsuz sonuçlanan bir deneyim bu. Son yıllarda gittiğim festivallerin büyük bir çoğunluğunda müziğin yanı sıra, hatta bazen müzikten ziyade yaşadığım bu tip deneyimler ön plana çıktı. Bu seneki SXSW’da konuya dair çok da güzel bir panel gerçekleşmiş. Geleceğin festivallerinin nasıl olması gerektiğine dair bir panel bu. ‘Fest Forward: Future of Music Festivals’ başlıklı panelin tanımı aslında her şeyi açıklıyor: “Müzik festivallerinde bir Rönesans yaşanıyor. Giyilebilir teknolojiden tutun da, mobil biletleme hizmetlerine kadar, yüksek teknoloji günümüz festivallerinin limitsiz olmasına olanak tanıdı. Deneyim odaklı kitlesel müzik etkinliklerine katılmak için muazzam bir ilgi var.” SXSW’yi yerinde izleyen Bant dergisi, paneli güzel özetleyen bir derleme de yazmış. Bu derleme de festivallerin deneyime odaklanması gerekliliğini ana tema olarak seçiyor. Buradaki tek konu teknoloji ve festivaller de değil. Müziğin mevzu bahis olduğu birçok ‘canlı’ etkinlik artık özel bir deneyime dönüşme gayesinde.

Sofar’la evinizin salonunun bir konser mekânına dönüşmesi, yeni nesil yeteneklerin ‘salonda’ sahne alması, hatta bu salonlarda çekilen videoların dünyanın geri kalanıyla paylaşılması ve bir nevi çok sahneli ‘dijital’ bir festivalde yer alabilmeniz artık garip değil. Ya da sıradan bir ‘brunch’ın, Koletif House gibi komünel girişimlerle bir sanat, caz etkinliğine hatta bir mini ‘festivale’ dönüşmesi de bu ‘deneyim’ arayışının bir başka örneği. Bahsettiğim düzeyde küçük, orta çaplı etkinliklerin yanı sıra elbette, daha büyük yaklaşımlar da artık Türkiye’de de etkisini göstermeye başlıyor. Bunlardan ilk dikkat çekeni önümüzdeki ay Kapadokya’da gerçekleşecek olan Cappadox. Deneyim festivali tanımını tam olarak hak eden bir festival bu. Müzik, çağdaş sanat, gastronomi, açık hava etkinlikleri şeklinde ayrışan dalları var. Kapadokya’nın o tarihi atmosferiyle bütünleşen, konserlerle sonlanan doğa yürüyüşleri, güneş enerjisi panelleriyle internette de canlı yayınlanan akustik performanslar, yeme ‘deneyimine’ odaklanan özel tadımlar/lezzet şölenleri, Fulya Erdemci gibi küratörlerin yapacağı anlık/sanatsal müdahaleler, gayet düzgün bir ‘line-up’ ve fazlası var bu festivalde. Müziğin yanında birçok farklı paralel etkinliğin de tecrübesini ön plana çıkaran bu butik festivaller döneminde Cappadox hiç de fena tınlamıyor. Bundan aylar önce, Pozitif’in düzenleyeceği bu festivale dair onlardan ilk duyduğum şey; bir açıdan Türkiye’nin Burning Man’ini yaratmaya çalıştıklarıydı. Güzel fikir, bir çölden ziyade Kapadokya’da olması da avantaj. Bekleyip, neye benzeyeceğini birlikte göreceğiz. Festival deneyiminin bu yeni evriminin Türkiye’de gideceği yeri gözlemek de gayet çok hoş olacak.

***

Mutlaka izleyin:  Citizenfour

Benzerine belki de asla rastlayamayacağınız türden, muazzam bir belgesel var İstanbul Film Festivali’nde; Citizenfour. John Le Carre romanlarını aratmayan, bu seneki Oscar’larda en iyi belgesel ödülünü alan filmi, eğer hayatınızda tek bir kez bilgisayar karşısına geçtiyseniz ya da tek bir kez telefonla konuştuysanız dahi mutlaka izlemeniz gerekiyor. Edward Snowden’ın çağımızın en şaşırtıcı ve bir yandan da öngörülen skandallarından birini açığa çıkardığı anı konu alıyor Citizenfour. Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi (NSA) çalışanı Snowden, bundan iki yıl önce Amerika’nın nasıl tüm vatandaşlarının iletişimlerini kayıt altına aldığını, herkesi dinlediğini, e-postalarına kadar depolama yaptığını ‘çok gizli’ belgelerle açığa çıkarmıştı. Snowden’in yakalanmasını önlemek için türlü ajan entrikasıyla çekilen Citizenfour’u izlerken, sanki birazdan kapınıza ‘yetkililer’ dayanacakmış gibi hissediyorsunuz. Bu teknolojik hırsızlığa, röntgene dair belgelerinin Snowden tarafından ortaya dökülüş anının da kayıt altına alınması, hikâyeye ‘Inception’vari bir hava katıyor.