İnsanın kendi zihnindeki dünyayı, tek verili dünya olarak yaşaması, pek çok hayal kırıklığının nedeni olsa gerek. Ne zaman ki insan, kendi dışındaki dünyayı tanımaya, zihnindeki dünyayla arasındaki farkı görerek düşünmeye ve yaşamaya başlarsa, o zaman kendisinde ve dünyada bir şeyleri değiştirebilme kapasitesi de ortaya çıkar. Belki de çocukluğun ve ergenliğin en zor ama en keyifli yanı da burasıdır, dış dünyayla karşılaşma. Yetişkinlikte artık kurulu bir iç dünyamız vardır ve filtrelerimiz kendimizle ve hayatla ilişkimizi belirler hale gelmiştir. Belki daha korunaklı bir hayat süreriz zihnimizdeki filtrelerle, ama filtreler bizi tehlikelerden koruduğu kadar yaşamaktan da alıkoyabilir.

Her insanın kafasında bir toplum fikri var. Bu toplum fikri olmasaydı, kendimizi, sınırlarımızı belirleyemez, hayatta kalamazdık. Peki ama kafamızdaki bu toplum, nasıl bir toplum? Ian Craib’in ‘Hayal Kırıklığı’ kitabında dile getirdiği gibi, bu toplum, bizi ele geçirmek isteyen, sınırlandıran, elimizden bir şeyleri almaya çalışan, bizi tehdit eden, zalimane bir toplum mudur? Yoksa, yağmalanmaya hazır bir iyilik kaynağı mı? Kafamızdaki toplum yüce bir şey midir, yoksa türlü alçaklıkların yaşandığı korkunç bir yer mi? Toplumu bir hapishane gibi de görebiliriz, bir yuva gibi de. Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözü, ne kadar gerçekçi olsa da kafasındaki toplum fikrini yansıtmaz mı? Tezer Özlü’nün bu sözü bütünüyle gerçek olsa da bunu kendi adıma kabul etmem, bu gerçeğe göre yaşamam imkânsız. Mizantropi, yani insan sevmezlik, hiç bu çağda olduğu kadar artmamıştı muhtemelen. Mizantropinin bu denli yaygınlaşması, bu çağın hayal kırıklıklarıyla dolu olmasıyla ilgili muhtemelen.

Sybelle Berg’in ‘Uyuyan Adam’ adlı romanındaki şu sözleri, mizantropinin nedenlerine dair bir fikir verir: “Herkes kendini bir diğerinden üstün buluyor, bu da içimizdeki saldırganlığın, bitmek bilmeyen bir kulak çınlaması gibi sürüp gitmesine sebep oluyordu. (…) Gençken hayvanseverlere sinirlenir, neden enerjilerini insanları kurtarmak için kullanmadıklarını anlayamazdım, şimdiyse anlıyorum. (…) İnsanlar kendilerine küçük küçük, güzel sebepler buluyorlardı ama birçoğunun çok büyük bir budalalığın ya da alçaklığın ürünü olduğunu göstermiyorlardı kimseye.”

Öncelikle kabul etmemiz gereken şey, dışarıdaki toplumla kafamızdaki toplumun birbirinden farklı olduğu. Dış dünya, toplum, bilmediğimiz yönlerle dolu karmaşık bir yapı. Bu karmaşık yapıyı değerlendirirken elbette içimizdeki toplum fikrine başvururuz, adaletli ve iyiliği kollayan bir toplum fikrinden vazgeçemeyiz, ama bu fikir, dış dünyada neyin kontrol edilebilir, neyin kontrol edilemez olduğunu ve sınırlarımızı yadsımayı getirmemeli. Her şeyin bir süreç olduğunu, iç dünyamızın da dış dünyamızın da akışkan ve değişken olduğunu kabul etmek, yaşayacağımız hayal kırıklıklarını doğru değerlendirmemize yardımcı olur. Kuramlara sıkı sıkıya bağlılık, gerçekliği kuramlar aracılığıyla oluşturduğumuz kafamızdaki kalıplara oturtmaya çalışmak, siyasette de, psikoterapide de hayal kırıklığını kaçınılmaz hale getirir.

Belki de yapılması gereken, daha ‘deneysel’ bir hayat yaşamak, denemekten ve yeni deneyimlerden korkmadan… Merak, bu deneysel hayatın en temel özelliği olsa gerek. Yaşadığımız topluma ya da kendimize acımak ya da üzülmek yerine, neden böyle olduğunu merak eden bir anlayışla yaklaştığımızda, dış dünya iç dünyamızla etkileşime girerek hakikatle aramızdaki örtüyü aralar hale gelir.