Yücel Sayman, doğada ve toplumda olup biten her şeye meraklıydı, tutkulu devrimci bir entelektüeldi. Onun içindir ki İstanbul Barosu’nun başkanlığını yaparken zerre kadar kendi ikbalini düşünmedi. Hâkim sınıfların tüm kanatlarına ve onların devletine hizmeti zul adettiği için, kendisine teklif edilen Adalet Bakanlığı’nı reddetti

Deniz fenerinin emekçisi

Emrah CİLASUN

Adı, Herbert von Karajan’dı. Kürklü hanımların, smokinli beylerin “sanat” dünyasının maestrosuydu. Daha 1933’te Salzburg’dayken üye olmuştu Hitler’in Nazi partisine. Avrupa’yı kaz adımlarıyla işgal eden kahverengi sürülerin ilham ritmini Wagner müziği verirken o, Paris semalarında “Aryan” ırkın orkestrasına sopa sallıyordu. Talihi, Nazi Almanyası ile birlikte yükseliyordu. Ama...

Kızıl Ordu ablukasında Führer’i kafasına sıkarken o, saklandığı İtalya’da giriverdi bir İngiliz subayının himayesine. Yeni efendileri Hiroşima ve Nagazaki’ye atom, Vietnam’a napalm yağdırırken, Jakarta nehrini soykırıma uğrayan komünist kanına bularken o, Soğuk Savaş yıllarında iyice sivrildi. ABD ve Batı Avrupa konser salonlarının aranan gözdesi oldu. “Fakirler klasik müzikten anlamazlar, klasik müzik kültüründen ancak zenginler anlar” sözü, onun düşün dünyasını ele verecek, tarihe geçecek en “veciz” sözdü.

***

Atlantik’in öte yakasından birisi adeta meydan okudu: “Hadi oradan! Halt etmişsin sen!” dercesine... Adı, Leonard Bernstein’dı. Nazi müsveddesi Herbert von Karajan’ın tam tersiydi, o. Zira “Büyük Bunalım” yıllarında elitler için müzik yapmayı reddeden Aaron Copland’ın rahleyi tedrisinden geçmişti. Onun içindir ki, Carnegie Hall’un kapılarını toplumun çeşitli sınıflarından çocuklara açtı. Sahnede konuşlanan New York Filarmoni ile “fakirlerin” de bal gibi klasik müzik öğrenebileceklerini ispat etti. 1958’den 1972’ye kadar üşenmeden, bıkmadan ve yorulmadan muazzam bir enerji ve coşkuyla, çocuklara, bir filarmoni orkestrasının kullandığı tüm enstürümanları tek tek tanıttı. ‘Müzik nedir’ sorusuyla başlayıp, müzik tarihinin bütün ustalarını, onların yaşadıkları çağın özelliklerini ve hangi tarihsel koşullarda o ustaların eserlerini bestelediklerini, o eserlerde ne anlatmak istediklerini, kullanılan enstrümanların tınısının ne gibi mesajlar verdiğini espiritüel, kendisini dinleten bir dille anlattı. Ölene kadar FBI tarafından takip edildi, hakkında 800 sayfayı bulan kalın bir dosya tutuldu. Dostluk kurduğu, ilham aldığı, birlikte angaje olduğu, aynı fotoğraf karesinde gözüktüğü tüm entelektüeller o dosyadaydı: Sovyet bestecisi Dimitri Şostakoviç’den ABD’deki Siyahların davudi devrimci sesi Paul Robeson’a, Rus maestro Sergei Kussewizki’den Kara Panter Partisi’nin liderlerinden Donald Lee Cox’a kadar... Dosyada yer alan bir başka bilgi ise, Bernstein’ın Manhattan’daki dairesinde seçkin konuklarla parti düzenleyip, topladığı paraları Kara Panter’lere verdiği onların da Mao’nun Kızıl Kitabı’nı aldıklarıydı...

***

Şimdi gelin 50’lerin Türkiye’sine, hatta onun bir milyon küsur nüfuslu İstanbul’una uzanalım... Nişantaşı’nda, Moda’da, Florya’da boyuyla, posuyla, endamıyla, yakışıklılığıyla göz kamaştıran; kah basket potasına attığı Dunking’le, kah kürek takımındaki performansıyla kendinden söz ettiren, orta sınıf bir ailenin oğlunu hayal edin...

“Frankafon” yetişen ve daha sonra İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde asistanlığa başlayan bu genç adamın, dünyanın fırtınalı yıllarında, yani, gençliğin dizginlerinden boşanırcasına emperyalizme meydan okuduğu, bilimden sanata, siyasetten felsefeye kadar her şeyi sorguladığı yılları hayal edin... “Hayal” demişken, John Lennon'ın neredeyse Marks’ın Manifesto’sunu andıran Imagine’ını terennüm edin...

“Burjuvazi partinin tam da göbeğindedir, burjuva karargâhları bombalayın” diyerek, sadece sosyalist Çin’de değil, tüm dünyada devrimci gençliği, paslanmış, küflenmiş, geçmişin tortusu haline gelmiş revizyonist partilere karşı ayaklandıran Başkan Mao’yu hatırlayın… Bu dünya koşullarında New York’tan Paris’e, Londra’dan Berlin’e, Yeni Delhi’den Kabil’e, Pekin’den Şanghay’a tüm sokakların ve caddelerin gümbür gümbür sarsıldığı yıllarda, İstanbul rıhtımında Vietnam kasabı ‘Yankeeler’in suya atıldığı ve bir bir devrimcilerin katledildiği, Aşık İhsani’nin ise onları; “Bakanın ağızında yuvarlak sözler/Unutmadık Doğan Kılan’ı bizler/ Ünlü sözdür, ‘her kanı kan temizler’/Onlar da biliyor, biz de biliriz” diye andığı günlerde...

‘KOMÜNİST OLACAĞIZ’

Bu genç asistanın yıllarca beraber aynı yolu yürüyeceği bir başka genç asistan arkadaşıyla birlikte, son derece halishane duygularla ve tertemiz bir saflıkla İlhan Selçuk’a ve Çetin Altan’a, “Biz komünist olmak istiyoruz, bize ne önerirsiniz” diye yazdıklarını düşünün... Ağabeyleri yaşındaki Server Tanilli’nin, gazete kâğıdına sarılı, Fransızca, Stalin’in, Leninizmin Sorunları’nı getirip onlara, “çocuklar, komünizmi anlamak istiyorsanız mutlaka bunu okumalısınız” dediğini bir hayal edin...

Türkiye’de o yıllarda yayımlanan tüm sol literatürü masaya yatıran, araştıran ve tartışan iki kafadarın tercihlerini Mao Zedung’dan yana yaptıklarını, Trakya’nın orman köylerini arşınlayıp, onlara Kızıl Kitap dağıttıklarını bir kenara yazın... Hatta “çelişki yasası” gereği, “birin ikiye bölünmesi” misali, hareketin içerisinde “sol” darbeci ve hâkim ulus yanlısı, Kemalizm hayranı, sahte Mao’cu merkeze karşı çıkıp; o zamana dek 50 senelik Türkiye tarihini ve uluslararası komünist hareketin hata ve doğrularını tespit eden, devrimin yolunu çizen, kasketli yaman delikanlıya hayranlık duyduklarını da...

İşte o gençlerden biri, geçenlerde kaybettiğimiz, benim ağabeyim ve yoldaşım olan Yücel Sayman’dı (Diğeri ise -90’ların başında tanıma şerefine erdeğim- güzel insan Bülent Tanör’dü).

Tabii ki Sayman, 1970’lerde Filistin halkının haklı mücadelesini can-ı gönülden desteklemişti. Bora Gözen ve arkadaşlarının katledildikleri gün, sürgünde, Bülent Tanör ile birlikte İsviçre’de yaşadıkları daire, polis tarafından basılmıştı. 12 Mart’ta olduğu gibi, 12 Eylül’de de üniversiteden atılmıştı. İnsan Hakları Derneği’nin, Çağdaş Hukukçular Derneği’nin kurucularındandı. Peru’da, dünya alemin “terörist” dediği Dr. Abimael Guzman’a sahip çıkmasını bildiği gibi, hiç tereddüt etmeden Türkiye zindanlarındaki devrimcilerin de yanında durmuştu. Altı sene boyunca başkanlığını yaptığı İstanbul Barosu’na bambaşka bir soluk getirmişti.

SAYMAN’IN MEZİYETLERİ

Tüm bunlar Sayman’ın bilinen ve bilinmeyen özellikleri ve meziyetleriydi. Ve tabii ki bilip, bilmeksizin Sayman’ın bu özellikleri ve meziyetlerini “demokrat” ve “liberal” diye tanımlayanlar da olacaktı.

Şimdi bu satırları yazarken, kendisine böylesi tanımlamaları yapanlara, muzipliği ve nüktedanlığı ile Sayman’ın “idrardan karakter tahlili yapmışlar” dediğini duyar gibi oluyor ve gülümsüyorum. Zira, siz ne dersiniz bilemem ama bendeniz, aşağıdaki satırları tane tane okuduğumda, bu sözleri yazan dividin ucundan devrim damladığını görüyorum:

“12 Eylül 2010 referandumuna, EVET, HAYIR, BOYKOT seçeneklerinden hangisini benimsenmiş olursa olsun, katılımı devrimci bakış açısıyla eleştirebiliriz: Referandum kapitalist sistemin evrenselliğine ve kalıcılığına, sistemi çalıştıracak en iyi devlet biçiminin demokrasi olduğuna, demokrasiyi ise özgürlüklerin en geniş biçimde kullanılabildiği siyasi yapının sağlayabileceğini düşünenlerde umut ya da umutsuzluk yaratmaya yönelik bir girişimdi. Yani SİSTEM İÇİYDİ. Oysa devrimci düşünce kapitalist sistemin evrenselliğini kabullenmek yerine, kapitalist sistemi yok ederek onun yerini alacak sosyalist toplumu kurmayı hedefler. Yani sorunları SİSTEM DIŞI irdeler. Ben bu açıdan özeleştiri yaparım, yapıyorum da...” (Evrensel, 17 Ekim 2021. Vurgular Sayman’a ait)
Sayman, kelimenin tam anlamıyla devrimci bir entelektüeldi. Onun esas uğraşı gündelik siyaset ve siyasi çatışmalar değildi. İlerleyen yaşına rağmen bilimi tüm yanlarıyla öğrenmek, bilmek ve adeta yeniden ve yeniden keşfetmek istiyordu. Fizikten matematiğe, biyolojiye kadar tüm bilim dallarından beslenmeyecek bir hukukun artık 21. yüzyılda satıh kalacağını bildiği için, adını “Bio Hukuk” koyduğu bir dizi konferanslar örgütlüyordu.

Onu en fazla kahreden ve derinden yaralayan şey, bilimin farklı disiplinlerinden insanların, bilim dallarının birbirlerinden beslenmelerinin bilim ve insanlık açısından ne denli önemli olabileceğini idrak dahi edemeyişleriydi.

Sayman, Leonard Bernstein’ın Türkiye’de farklı bir alandaki iz düşümüydü. Tıpkı Bernstein gibi sade, kibirsiz, kendisiyle dalga geçebilen, alabildiğine mütevazi, sistem karşıtlarıyla aynı fotoğraf karesinde gözükmekten çekinmeyen bilakis, onur duyan, devrimci bir entelektüel ve öğretmendi. Onun ısrarla, “birlikte yaşadığımız Kürtlerin dilini bilmediğim için utanıyorum” sözlerini unutmak mümkün mü? Ya da dünyanın gidişatına dair, uluslararası komünist harekette yürütülen münakaşaları takip ederken gösterdiği hassasiyeti? Mesela çeşitli aralıklarla, yaşamının son yıllarında tekrar tekrar bakıp incelediği, Yeni Komünizm’in mimarı Bob Avakian’ın, Kuzey Amerika Sosyalist Cumhuriyeti Anayasa Taslağı’na dair, “bak bu taslak, bir geçiş aşaması olan sosyalizmde, insanların çeşitli yetilerinin var olduğunu vurguluyor, destekliyor ve teşvik ediyor. Sosyalizmde bir yandan bu yetilerin seferber edinmesini ve bu yetilere sahip farklı insan gruplarının birlikte yaşamalarını belirtiyor. Öte yandan sınıfsız topluma doğru, bütün bir toplumun devrimci dönüşümünün gerekliliği ve zorunluluğundan bahsediyor. Bu, çok önemli ve başka bir şey… Bu, ‘demokratik çok seslilik’ zırvası değil” sözleri hâlâ kulağımda çınlamakta. Ha keza, aynı anda, 1930’da yazılan ve Sayman’ın ilkin 1966’da daha sonra da 2020’de Fransızca’dan Türkçeye çevirdiği, Harold Laski’nin, Düşünce Özgürlüğü kitabına dair aramızda yürüttüğümüz, kimi zaman son derece ciddi, kimi zaman ise gülmekten kırıldığımız tartışmalar da...

Vaktiyle bir kırathane toplantısına katılıp, halktan insanlarla Anayasa tartıştığı için, eşi Hacer Hanım’a takılan eski solcu, yeni liberalin biri, Sayman için, “Seninkisi hâlâ Maoculuk huyundan vazgeçmemiş, Mao’nun ‘Halka hizmet et’ sözünü yerine getiriyor” diye aklı sıra alay etmişti.

Doğruya doğru! Sayman’ın üzerinde Mao’nun derin etkileri vardı –bugünkü kapitalist emperyalist Çin’li yöneticilerin değil. Mesela Kültür Devrimi’nin ünlü sloganlarından biri olan “denizleri yelkenliyle aşmak kaptana, devrim yapmak Mao Zedung Düşüncesi’ne bağlıdır” sözüne aşinaysanız, Sayman’ın, sadece –değme profesyönel sanatçılara taş çıkartırcasına- yaptığı kolajların temerküzünü oluşturan deniz fenerine dair, Gerçekliğimin Suretinde Düşler, Düşünceler (Tekin Yayınları, 2018) adlı kitabının arka kapağına yazdığı şu sözler size pek de yabancı gelmeyecektir: “Deniz feneri, ona su yönünden yaklaştığınızda sizi bekleyen tehlikeye dikkatinizi çeker, güvenle izleyeceğiniz yolu bulmanızı sağlar; tıpkı özgürlük gibi... Dünyanın herhangi bir yerinde emekçilerin, ilk malzemelerine kadınların harç koyduğu ve yepyeni bir mimari tasarımla, estetiği farklı, ışık yayma süreci bambaşka bir deniz feneri inşa etmeye başlamalarını düşlerim.”

BAKANLIĞI REDDETTİ

Yücel Sayman, doğada ve toplumda olup biten her şeye meraklıydı. Düşünce dünyasının devrimci transformasyonu için çabalayan tutkulu devrimci bir entelektüeldi. Onun içindir ki altı sene boyunca dünyanın en büyük barolarından biri olan İstanbul Barosu’nun başkanlığını yaparken zerre kadar kendi ikbalini düşünmedi. Hâkim sınıfların tüm kanatlarına ve onların devletine hizmeti zul adettiği için, kendisine teklif edilen Adalet Bakanlığı’nı reddetti.
Velhasıl, Herbert von Karajan’ın tersine, Sayman yaşamının sonuna dek ezilenlerin de bilimi öğrenebileceklerini, bilginin bir sopa olarak değil, paylaşmak için var olduğunu savundu. Entelektüel yetisi, sanatsal ve estetik kişiliğiyle tıpkı Leonard Bernstein gibi, insanlığın kalbine gömüldü...
Tam hali birgun.net'te...