Kimi yaşam alanlarına uzak bir kayalıkta, kimi bir limanda olan fenerlerin ve orada yaşayanların öykülerini getiriyor Ertuğ Uçar. Işığıyla denizcilere yol gösteren ışık, öykülerde fenerin çevresindeki insanların dünyalarına yöneliyor

Deniz fenerleri ve rüyaların kapısı

Çağatay Uslu

Ertuğ Uçar’ın Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Gece Yolculuğu, gecenin iki kahramanını; gözünü açmak için gün boyunca bekleyen deniz fenerleriyle rüyaları bir araya getiriyor. Edebiyatın çok sevdiği bu temaları kendine özgü üslubuyla yorumlayan Uçar, içeriğin yanı sıra uzunluğu, kısalığı bakımından da mimari bir düzen içerisinde tasarlamış kitabını. Uykuda (Rüyalar) ile Uyanık (Fenerler) başlıklarıyla iki bölüm oluşturmuş, bu başlıklarla okur için adeta iki kapı aralıyor.

Ertuğ Uçar’ın daha önce beş kitabı yayımlanmıştı: Rüya Arızaları (2006), Yalnızlığın 17 Türü (2007), Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer (2010), Ormanda Kaybolmak (2014), Bir Çift Ayak (2016). Gece Yolculuğu, Rüya Arızaları ve Yalnızlığın 17 Türü kitaplarının gözden geçirilmiş, çeşitli eklemeler yapılmış hali.

Ertuğ Uçar verimine bir bütün olarak baktığımızda, edebiyata bakışını ele veren en önemli unsurun dil olduğunu; öykülerinde ve romanında rafine bir dille kurgusunu inşa ettiğini, bir çeşit gevezelik sayılan laf kalabalığını ortadan kaldırdığını görüyoruz. Sadelik ve açıklığı başat unsur olarak alabiliriz Uçar’ın metinlerinde. Süsün çekiciliğinden uzak direkt hedefi gözeten bir anlayış bu. Hedefe ise yalnızlığın çeşitlemelerini yerleştiriyor yazar. İçeriğe göre bir biçim geliştiriyor. Ancak ayrıldığı nokta yalnızlığın yapısını oluştururken mekânsal bağlantılar kurması. Kişiye eşlik eden neredeyse onu kendisiyle bütünleştiren bir mekânla karakterin ortak yalnızlığı.

Uykuda (Rüyalar) da iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümdeki üç öyküde (Labirent, Ayna, Tüy) rüyaların farklı işlevleri üzerinde duruluyor. Sözgelimi zihinsel labirentlerde kayboluyoruz, geleceğe kapı aralıyoruz. ‘Labirent’ isimli öyküde uykusuzluk hastalığına tutulmuş bir avcı masalsı bir atmosferde işleniyor. Bu atmosferi anlatıcı kuruyor ve yine aynı şekilde anlatıcı bozuyor. ‘Ayna’da ise uyku laboratuvarındaki bir deneye katılan Billur’un başka bir boyuta geçişi arkadaşının gözünden anlatılıyor. Burada yazar okundukça kendini ele verecek biçimde Levh-i Mahfuz diye tabir olunan, Allah katında insanların kaderlerinin yazıldığı düşünülen kitabın rüyalarla ilintisine odaklanıyor. Bu bölümün son öyküsü olan ‘Tüy’ de birbirinden uzak düşmüş iki sevgilinin rüyada buluşmaya çalışmasıyla birlikte rüyasını başkasına anlatmanın -ki anlatılan hiçbir rüya tam değildir, ya eksik ya da fazladır- yönlendirici etkisi üzerinde duruyor.

Her öykünün başına bir rüya falı konulmuş

İkinci bölüm ise bir rüya ansiklopedisi gibi kurgulanmış. Her öykünün başına birer rüya falı konulmuş. Öykülerin semantik taşıyıcısı olarak da okunabilir bu fallar. Sözgelimi rüya falında “rüyası, aynalar, labirentler, çıkmaz geçitler, yine kendine bağlanan tersyüz merdivenler ve döner kapılarla dolu bir konakta, ikizini aramakla geçecektir” yorumu yapılan Bedii, yaşamı ve kişiliği ikiye bölünmüş, birbirlerinden taban tabana zıt iki farklı Bedii olarak çıkacak karşımıza.

Anlatılar ilerledikçe rüyaların Borgesyen imgeleri, sözgelimi düşlerin estetik bir yapıt olması arasında da koşutluklar kurulabilir. Karabasanlar isimli yazısında rüyalar hakkında iki düşüncenin söz konusu olduğunu söyler Borges. “Biri düşlerin uyanık yaşamımızın bir parçası olduğu inancı, ötekiyse şairlerin bütün bir uyanık yaşamın bir düş olduğu yolundaki olağanüstü inancı.” Bu iki inanç da yer yer gösterir kendini Gece Yolculuğu’nda. ‘Miyase’ adlı öyküde rüyalar imge taşıyıcısı olarak belirir. Ressam olan Miyase Hanım bu imgeleri estetik bir nesneye dönüştürebilecek şekilde eğitir kendini. “Bütün bir yaşamı” boyunca rüyasında yakaladığı ve somut bir nesne olarak elde etmek isteyecek kadar çok sevdiği imgeyle bütünleşir, sonra da “korneasının hemen önüne asılı yarı şeffaf bir tablo gibi öylece dur”ur.

Rüya ve hayat karşıtlığı Türkçe edebiyatta sevilen bir konudur. Öz olarak rüya, işleniş biçimiyle, diliyle diğer içeriklerden ayrılır. Çünkü gerçeğin değişmiş biçimidir ve anlatıcısının da ötesine geçerek kendi gerçeğiyle var olmayı ister. Görülen dünyanın daha puslu, seçilmesi zor tarafını yansıttığı için dilin kurgulanışı da ona göre ayarlanmalıdır elbette. Bu noktada yazar şiiri yardıma çağırabilir. Nitekim Ertuğ Uçar da rüya falları kısmında tabir dilinden faydalanıyor. Ay’ın hallerini ve girişe koyduğu Cicero’nun “Tasarlayabileceğimiz hiçbir şey yoktur ki rüyada göremeyeceğimiz kadar saçma, karışık ya da anormal olsun” sözünü de yardıma çağırarak farklı bir rüya evreni tasarımına girişiyor. Bunun yanında öykü içerisinde yer yer akademik bir söyleme dönüşen dile engel olamıyor.

Kitabın ikinci bölümde birçok deniz fenerinin çizimleriyle karşılaşıyoruz. Bu çizimlerle yazarın resim-öykü ilişkisine bir gönderme yaptığı da söylenebilir, bunun yanı sıra her çizimin gerçek bir deniz feneri olması öykülere insanların farklı dilleri de konuşsa aynı mekânı paylaşarak yakaladıkları bir evrensellik duygusu katıyor, bu duyguyu güçlendiren bir diğer unsur da kişilerin isimsizliği.

Kimi yaşam alanlarına uzak bir kayalıkta, kimi bir limanda olan fenerlerin ve orada yaşayanların öykülerini getiriyor yazar. Sözgelimi dördüncü öyküde, yaşamın her alanını etkileyen teknolojik gelişmenin deniz fenerine nasıl yansıdığını hiçbir şeyden haberi olmayan yaşlı bir kadının gözünden okuyoruz. Yaşamının büyük bir bölümünü kocasıyla birlikte fenerde çalışarak geçirmiş bu kadının yerini şimdi kızı ve damadı almıştır. Artık el yordamıyla kurulan fenerlerin kalmadığını bilmeyen yaşlı kadın, öyküdeki zaman geçişlerini de yansıtan, dramatik yapıyı güçlendiren bir unsur olarak çıkıyor karşımıza. Fener, ikinci bölümdeki on yedi öykünün mihenk taşı. Işığıyla denizcilere yol gösteren ışık, öykülerde fenerin çevresindeki insanların dünyalarına yöneliyor.

İki bölümde de ortak olan şeyi önsözde söylüyor Ertuğ Uçar: yalnızlık ve gece. Ancak yazar tavrı olarak da okunabilecek bir ortaklık daha var: anlatıcı. Anlatıcının tavrı okurla metin arasında durmaktan yana. Okura metni sunan ve bunu okura hissettiren bir tavır. Anlattığı olay, mekân ya da karakterle ilgili fikirlerini beyan eden, müdahaleci bir anlatıcı var karşımızda. Yazar aradan çekilse, okurla metin arasında yeterli boşluğu bırakacak şekilde bir tavır alsa anlattıklarının etki gücü çok daha fazla olacak kanımca.