İnsanın içinde gitme isteği uyandıran bir hava. Nereye olursa olsun, sadece gitmek… Gecenin ilerleyen saatlerinde Kadıköy iyice ıssızlaşmış. Denize doğru inen bir sokakta yan yana yürüyoruz. Neden denize doğru?.. Kaybolduğumuzu düşündüğümüz için belki de…

Bir duvarın ardından konuşur gibi, “Artık hayal kırıklığı yaşamaktan bıktım” diyor. Aramızdaki sessizliğin ördüğü duvarı aşmak istercesine, ona, Ian Craib’in “Hayal Kırıklığı” kitabından bahsediyorum, “Toplumumuzu nasıl daha yaşanır bir yer yaparız yerine, toplumumuzun daha kötü bir yer haline gelmesini nasıl önleriz sorusuna yanıt aramamız gerek belki de” diyorum…

Duyuyor mu beni?

“Nasıl daha iyi bir insan olurum değil, nasıl yaşarsam daha kötü bir insan olmaktan kaçınabilirim sorusuyla…”

“Bu teslimiyet. Vazgeçmek…” diyor, duymuş…

“Hayır, bu hayal kırıklığını kabullenip çare aramak. Görmüyor musun, herkes kafasının içindeki bir dünyada yaşıyor. Kafamızın içindeki ve dışındaki toplum, birbirinden o kadar farklı ki… Her seçimden ve toplumsal olaydan sonra yaşanılan şaşkınlık ve hayal kırıklıklarından nasıl olup da bıkmıyorlar, anlamıyorum. Yine aynı şeyleri söylemeye başladılar. Yenilgilerden ders çıkarmak ağır iş çünkü, yalan bir hayat yaşadığını kabul etmek. Kafamızın içindeki benliğimizle olduğumuz şey arasındaki uçurumdan aşağıya bakınca, kocaman bir boşluk görüyorum sadece. O boşluğun içinde, bombalar patlarken eğlenceye ara vermeyenler, ibadet edenler, televizyonlarının karşısında uyuklayanlar… Ankara Katliamı’nın olduğu gün, Kadıköy’deki çoğu bar ve eğlence mekânı açıktı ve evlerine dönünce sosyal medyada çok üzülen mesajlar yazmışlardı ve o barların solcu, özgürlükçü, her şeye duyarlı sahipleri… Çok üzgündüler ve daha çok içtiler, sokak çocuklarına biraz daha fazla para verdiler, şiirler okudular, siyasete dair içi boş ve öfke dolu bir şeyler söylediler, nasıl olsa her şey unutulacaktı, unuttular… Diğerlerinin zaten umrunda değildi, hiç olmamıştı…”

Karamsar sözler ettiğim için kızıyorum kendime, derin bir nefes alıyorum uzakta görünen denize bakıp.

“Gerçekte neyin derdindeyiz? Ahlak, tamamen göreceli bir şey mi oldu? Ne kadar hayatın içindeyiz, hayat ne kadar içimizde?” dedikten sonra başını kaldırıyor, artık bir duvarın ardından konuşuyormuş gibi değil sesi... Bir kedinin önümüzden geçişini izliyoruz. “Kadıköy’ün kedileri bir garip, büyülü” diyor gülümseyerek, Yıldırım Türker’in şiirinden dizeler mırıldanıyor sonra, “büyülüydük... / elimiz kolumuz bağlıydı / bir insanın... bir kedinin... bir hayatın... bir sokağın / sonu gibiydik…”

Yaşadığımız sürece bakarak bir tarihin sonuna geldiğimiz de söylenebilirdi. Sevmiyorduk ama sonları, yeni başlangıçlar gerekliydi bize, denize doğru yürürken aradığımız şey…

“Belki de hiç bulamayacağız” diyor, “Bazen kendimi Kafka’nın bir roman kahramanıymışım gibi hissediyorum, bilinmeyen yasaların yurt edindiği toprakları geçip evine geri dönmek isteyen…”

Kracauer’in “Kitle Süsü” adlı kitabında Kafka için yazdıklarını hatırlatıyor sözleri. “Asıl mesele, evimize nasıl döneceğimizi bilmiyor oluşumuz değil. Aklımızın yarısının hâlâ uykuda olması... Bütün muammaların çözümünü içinde barındıran ama az önce uçup gitmiş bir rüyayı hatırlamaya çalışır gibi dolanıyoruz sokaklarda…”

Gülüyor aynı kitaptan alıntı yaparak konuşmamıza, “Aklı uyandıracak büyü lazım bize” diyor. “Belki de o rüyayı çözmeden aklın tam uyanması mümkün değildir” diyorum. “Aşk gibi mi?” diyor, artık yüksek sesle gülüyor. Martılar havalanıyor bir çatının üstünden, güneşin doğmasına az kalmış. Bizi gerçek evimize götürecek rüyanın izini sürmeye devam ediyoruz, denize doğru…