14 Aralık 2008: Anılar, kaleme alındığında, bazen bugünden geçmişe yazılmış bir mektuptur ve bazen geçmişten bugüne yazılmış bir mektup... Bazen de ikisi birden gerçekleşir. Şimdiki zaman ile mişli-geçmiş zaman sohbet eder. Burada size bu türden bir anı-romandan söz edeceğim: “Denizin Bittiği Yer” (Su Yayınları).

Ama bu bir kitap tanıtımı, kitap eleştirisi filan kategorisinde olmayacak; duygusal yanının ağır basacağı da muhakkak. Çünkü bu kitabı, ağabeyim Gültekin Bekdemir yazdı. (Böylece asıl soyadımın Bekdemir olduğunu da söylemiş oldum!) Gültekin Bekdemir, aynı zamanda Yol arkadaşlarımdan. 12 Eylül öncesinde DİSK’e bağlı Yeraltı Maden İş Sendikası’nın örgütlenme sekreteriydi; dönemin işçi mücadelesinde aktif olarak yer almıştı. Asıl mesleği Avukatlık. Türkiye’nin karanlık yıllarında, ben Mamak’ta cezaevindeyken, o da Paris’te siyasi sürgünlerdeydi. Yani ikimiz de özgür değildik. Yıllarca mektuplaştık. Yazdıklarından anlıyordum. Benden pek farkı yoktu. Ben de duvara bakıyordum. O da duvara bakıyordu. Yıllar önce duvara bakarak düşündüklerini bana yazdığı mektuplarında dile getirmişti; yıllar sonra duvara ve denize bakarak düşündüklerini yine kâğıda döktü, bu kez, bir anı roman ortaya çıktı.

Kitabını okurken neyi fark ettim biliyor musunuz? Meğer ben de çook çok önce, bu kitabın değerlendirmesini yapmışım; çünkü 35 [47] yıl kadar önce, Paris’te siyasi sürgünde olan ağabeyime Mamak’tan yazdığım bir mektupta, sanki onun yıllar sonra yazacağı bu kitabı hakkındaki görüşlerimi iletmişim. Dolayısıyla, aşağıdaki mektubum, “Denizin Bittiği Yer” kitabının da mahrem ve duygusal bir tanıtımı sayılmalıdır:

“Anladığım kadarıyla pek farklı işler yapmıyoruz. ... Yazıyormuşsun! Yazdıklarını merak ediyorum. Yazmak, kendinden ve başkalarından hesap sormaktır şimdi. Öyle sanıyorum. Sen mutlaka düşünerek yazıyorsun. Ben, mektuplarımda yazarak düşünmeye çalışıyorum, düşleyerek yazıyorum. Farklılık ayrıntıdadır... Önemli olan ayrıntının ötesidir. Ayrıntı ötesini ise Mehmet Meriç öğretti bana. Mehmet Meriç şimdi en beğendiğim şairlerden birisidir. Tanımazsın. Çünkü Mehmet Meriç şair değildir. Mehmet Meriç Bakırköy Sinir Hastalıkları Hastanesi sakinlerindendir. Gazeteci soruyor: Mesleğin nedir? Yaşın kaçtır? Mehmet Meriç yanıtlıyor: ‘Ben gökyüzünde peynir çay satarım, bereket versin yaşım yok!’ (Bunları söyleyebilen gerçek bir ‘deli’dir ve bencileyin dünyanın en büyük mutluluk şairidir, gerçek bir şair!) Anlıyor musun? ‘Ben peynir-ekmek satarım’ demiyor, peynir ve çay satıyor! ‘Bereket versin yaşım yok!’ diyor. Bunu söylemek, dünyanın en yetkin şiirini söylemek değil midir? Peki, sen kaç yaşındasın? Ben kaç yaşımdayım? Bana çok önceleri ‘sahi biz mi yaşadık bütün bunları?’ diye sormuştun. İşte sana asıl sorulması gereken soru ve yanıtı: Kaç yaşındasın? Bereket versin yaşım yok! Kendi payıma, bilmem - kaç - yıl - önce doğup da bugün bereket - versin - yaşım - yok diyebilseydim... Bu ne müthiş inat olurdu, düşünebiliyor musun? Bu ne müthiş bilgelik olurdu! Ama ben - bildiğim - yaşımdayım. Yaşım var! Her neyse, gökyüzünde peynir çay satmak denli, duvar eskitmek de, ömür eskitmek de güzel meslektir. Yaşamak güzel meslektir!”

İşte yıllar sonra bu kez ağabeyim, Gültekin, “Yaşamak güzel meslektir!” dedi ve üstelik bu sözün gereğini de yerine getirdi. Tıpkı 1980 öncesi yeraltı maden işçilerinin direnişinde olduğu gibi ve Fransa’daki politik sürgünlük koşullarına dayandığı gibi; dört yıl [on altı yıl] önce beyin damarını tıkayan bir pıhtıyla gelen “inme”ye de teslim olmadı. Her şey bir yana, tek başına bu kitabın yazılabilmiş olması dahi, hem siyasal hem biyolojik anlamda felç olmuş ‘yalnızlıkların’ üstesinden nasıl gelinebildiğini kanıtlıyor.

***

8 Nisan 2020: Ve son kez bizlere Orhan Veli’den bir şiir okuyarak nasıl veda edilebileceğini de kanıtladı:

“Duyduğum yoktu ne vakittir / Güvercin sesi, kumru sesi, pencerede;/ İçime gene

Yolculuk mu düştü, nedir?/ Nedir bu yosun kokusu,/ Martıların gürültüsü havalarda; / Nedir?

Yolculuk olmalı, yolculuk.”

Hoşça kal canım Ağabeyim, Yol’daşım…