Üç fidanı andık hafta boyunca. Onların mücadelesini anlatırken Gezi ile ilişki kurmamak olanaksız. 68’lerin özgürlük ve değişim arayışının Gezi ruhunun en belirgin özelliği olduğu inkâr edilebilir mi?

Denizlere çıkan sokaklar

Bu hafta Denizlerin haftasıydı… Öldürülmelerinin 50. Yılında Deniz’i, Hüseyin’i, Yusuf’u andık hafta boyunca. Gazetelerde yazı dizilerini okurken, televizyon programlarını (özellikle Serhan Asker’in Halk TV’deki altı buçuk saatlik maratonunu) izlerken gençlik anılarımız gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi aktı. 20. Yüzyılın devrimci ruhunun temsilcileriydi onlar. Kendilerinden sonraki kuşaklara örnek oluşturdular. Özgürlük ve değişim taleplerini dile getirmek üzere yola çıktılar ve düzenin adaletsizliğinin, siyasetin emrine girmiş bir yargı aygıtının kurbanları oldular. Elbette yalnız değillerdi, düzene isyan eden sayısız devrimci kıyıma uğradı o dönemde. Onlar, birer simge olarak tarihte yerlerini aldılar. Farklı siyasal gruplara mensup olsak da, onların cesaretine, dirençlerine hayran olmamak olanaksızdı.

Türkiye tarihinin en trajik olayları arasındadır Denizlerin idamı, Mahirlerin, Ulaşların katledilmeleri. Tıpkı, Bedreddin’in ve yoldaşlarının katli, yüzlerce Türk ve Kürt aydınının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi gibi. Tek motivasyonları ülkelerine ve halklarına duydukları sevgi, özgür ve adil bir ülkede yaşama isteği idi. Düzenin çarklarına birer Don Kişot gibi hücum ettiler. Kitlelerin peşlerinden geleceğini düşündüler. Öyle olmadı; rejimin propaganda aygıtları tarafından ‘anarşist’ olarak damgalandılar. Tıpkı, bugün Gezi davasında mahkûm edilen yurtsever aydınlar gibi…

BİR KİTAP, BİR TARİH

Aradan 50 yıl geçtikten sonra Denizlerin mücadelesi geniş kitlelere mal oluyor. Bunun için çaba gösteren tüm kişi ve kurumların çalışmaları çok değerli. Bunlardan biri, belki de en önemlisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş’nin yayınladığı kapsamlı (784 sayfalık) kitap. Rıdvan Akar’ın editörlüğünde hazırlanan “Denizlere Çıkan Sokaklar: Türkiye’nin 68’i” adlı kitaba katkı vermekten, Rıdvan Akar, Tül Akbal, İsmet Akça, Nazım Alpman, Gökhan Atılgan, Şükrü Aslan, Erdoğan Aydın, Zafer Aydın, Oya Baydar, Nihat Behram, Derya Bengi, İnci Beşpınar, Mehdi Beşpınar, Tanıl Bora, Faik Bulut, Tuncay Çelen, Aydın Çubukçu, Metin Çulhaoğlu, İlkay Demir, Mustafa Eren, Çimen Günay Erkol, Bora Gürdaş, Uluç Gürkan, Orhan Kahyaoğlu, Yıldırım Koç, Doğan Özgüden, Faruk Pekin, Feryal Saygılıgil, Mustafa Sönmez, Ergin Yıldızoğlu gibi dostlarla sayfa arkadaşı olmaktan onur duyduğumu belirtmek isterim.

68’li yılların devrimci heyecanına bir saygı duruşu niteliğini taşıyan kitap, dünyada ve ülkemizde 68 eylemlerinin gelişimini ve günümüze bıraktığı mirası anlatan, tüm dünyada etkileri görülen bu harekete ilişkin siyasi yorumları, dünya ekonomik düzenine, işçilerin ve kadınların mücadelelerine etkilerini, sanat alanlarında ve mizahtaki yansımalarını içeren kapsamlı bir çalışmanın ürünü. “Sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti. Türkiye hiçbir zaman sokağa bırakılamaz” diyen dönemin Genel Kurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın korkusunun bugün de muktedirlerce paylaşıldığı düşünülünce, dönemi tüm boyutlarıyla tartışmanın önemi ortaya çıkıyor.

YILMAZ’IN İZİNDE

Geçen haftaki yazımda sinemada adalet teması üzerinde odaklanan filmlerden örnekler vermiştim. Bu isimlerin başında Yılmaz Güney geliyordu hiç kuşkusuz. Tüm yaşamı bir adalet arayışı içinde geçen Güney, gencecik bir delikanlıyken yazdığı bir öykü yüzünden hapse atılmıştı, yaşamının 11 yılını cezaevlerinde geçirmişti. Bugün, o da Denizler gibi bir simge. Sanatını halkına adayan Güney’in mücadelesi -yalnızca bizde değil, dünyanın farklı köşelerinde- pek çok sanatçıya örnek oldu, olmaya devam ediyor. Siyasi çizgisini benimsemeyenler de, onun sanatsal bakışına, devrimci tavrına saygı duyuyor.

Sinemamızda toplumcu gerçekçi sinemanın öncüsü olan Güney’in izinden giden yönetmenlerimizin bazılarından geçen yazımda söz etmiştim. Ama toplumcu bir sinema anlayışını savunan başka yönetmenler de vardı elbette. 60’lı yıllarda Lütfi Akad ustanın Yılmaz Güney’in -senarist ve oyuncu olarak- katkılarıyla- gerçekleştirdiği “Hudutların Kanunu” ve “Kızılırmak Karakoyun”, 70’li yıllarda Yavuz Özkan’ın “Maden” ve “Demiryol”u, Ömer Kavur’un “Yusuf ile Kenan”ı, 80’lerin sonu-90’larda Erden Kıral’ın “Av Zamanı”, Zülfü Livaneli’nin “Yer Demir Gök Bakır”, “Sis”, 90’lı yıllarda Yusuf Kurçenli’nin “Karartma Geceleri”, “Çözülmeler” filmleri sinemamızda zorbalığa, sömürüye, eşitsizliğe karşı çıkan yapıtlar olarak sinema tarihimizde yerlerini aldılar. Kuşkusuz, şu an anımsayamadığım başka filmler de vardır. 68 kuşağının sinemadaki yansımaları -örneğin,Turgut Yasalar’ın “Leopar’ın Kuyruğu” ve Reis Çelik’in Denizlerin öyküsünü anlatma iddiası taşıyan “Hoşçakal Yarın”ı- dönemin ruhunu yansıtmaktan uzak, sloganlara sığınan yapımlar olarak kalıyordu.

AGAH ÖZGÜÇ’E SAYGI

Bir kitaptan ve filmlerden yola çıkmışken, hafta içinde kaybettiğimiz çok önemli bir sinema insanından söz etmeden olmaz. Agah, neşeli, hoşgörülü ve alçakgönüllü kişiliğinin ötesinde, sinemamızın tarihini yazan adamdı. O olmasaydı, başlangıcından bu yana sinemamızda kaç film çekildiğini bile bilemeyecektik. Bir vakanüvis titizliği ile çekilen tüm uzun metrajlı filmlerin kaydını tuttu. “Türk Film Yapımcıları ve Yönetmenleri Sözlüğü”nden “Afişlerle Türk Sineması”na onlarca kitap yazdı, sergilere, kitaplara belge ve fotoğraf sağladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayını “Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü 1914-2014”sinema araştırmacıları için en önemli kaynaktır. İnanıyorum ki, Agah öldüğü güne kadarki filmlerin de kaydını eksiksiz olarak tutmuştur. Herhalde, Bakanlığın -görece-en düzgün çalışan birimi olan Sinema Genel Müdürlüğü bunları da yayınlamayı ihmal etmeyecektir.

Şimdi, önümüzde iki önemli soru(n) duruyor. Bu önemli görevi kim, hangi kurum üstlenecek ve Agah Özgüç’ün o inanılmaz arşivi kimin eline geçecek? Siyasi otoriteye göbekten bağlı bir kurum özlenen bir çözüm değil; bakanlığa bağlı Sinema Müzesi doğru bir tercih olur mu, özerk olması gereken bir kurum siyasetin gölgesi altında ne yapabilir, bilmiyorum. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’nde yaşananları göz önüne alırsak, oradan fazla umut yok gibi görünüyor. Peki, Türk Sinema Araştırmaları (TSA) adlı kuruluş ne durumda, bünyesinde kurulduğu Bilim ve Sanat Vakfı halen faal mi bilmiyorum. TSA şu anda bir web sitesiyle sınırlı gibi duruyor. Agah’ın çalıştığı ve sinemamızın çok önemli bir külliyatının dijital arşivini elinde bulunduran Necdet Arkın (Fanatik Film) ne düşünür bu konuda onu da bilmiyorum… Ama vakit geçmeden bu sorulara bir yanıt bulmak gerekecek.

İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ

Yılmaz Güney’den, Yavuz Özkan’dan söz edip de, İşçi Filmleri Festivali’ne değinmemek mümkün mü? Bu yıl 17’ncisi düzenlenen ve tümüyle amatör katkılarla gerçekleşen festivalin İstanbul’daki gösterimleri bugün sona eriyor. Ne yazık ki, festival programı elime geç ulaştı, geçen hafta duyuramadım. Neyse ki, editörümüz Işıl Çalışkan hafta içinde festivale geniş bir yer ayırarak bu eksikliğimizi giderdi. Festival ekibinden Ece Ünsal, 49 yerli, 20 yabancı filmin yer aldığı festival programında Türkiye’de ilk kez gösterimi yapılacak 15 film olduğunu belirtiyor ve “Sinema mücadeleyi en iyi anlatma yöntemlerinden biri ve mücadele sertleştikçe, çekilen film sayıları da o ölçüde arttı” diyordu. Gerçekten de, özellikle belgesel sinema alanında çok önemli ürünler veriliyor. Örneğin Gezi’yi yansıtan ya da Gezi’den ilham alan çok güzel filmler yapıldı. Umarım, sırada 68 kuşağının öyküsünü anlatan belgeseller vardır.