Güneşli bir gün. Kadıköy sahilde, liseli oldukları belli bir grup genç müzik yaparak para topluyor. Genç kızlardan biri, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, şarkı bitip diğerine geçileceği sırada, önlerinden geçenleri durdurup “Bu şarkı sizin için olsun mu?” diye soruyor. Genç kız, kimseyi, yaşına, cinsiyetine, giyimine göre ayırt etmeksizin durdurup şarkı armağan ederken, muhafazakâr olduğu belli bir ihtiyarı da durduruyor, koluna hafifçe dokunup gülümseyerek. İhtiyar, genç kızın dokunmasından rahatsız olup geri çekiliyor. Genç kız, “Bu şarkı sizin olsun mu?” diye herkese sorduğu soruyu yineliyor. İhtiyar, “Olmasın” deyip hızlı adımlarla uzaklaşıyor tehlikeli bölgeden. Genç kızın yüzündeki gülümseme bir yere gitmiyor, hiç önemli değil, başka birini durdurup soruyor, “Olsun” diyor annesi olacak yaşta bir kadın, hatta kendisi için söylenen şarkıya eşlik de ediyor. Çalan şarkı “Çemberimde Gül Oya…”

Genç kız, farkında olarak mı yapıyor bilmiyorum; ama yaptığı şey gündelik hayata bir müdahale, devrimci bir müdahale. İnsanları ayırmadan aynı güler yüzle ve sözle seslenmesi, müzik aracılığıyla paylaşmaya davet etmesi ve bunu kibarca yapması. O ihtiyar adama belki kimse şarkı hediye etmemişti, şarkı söyleyenlere karşı önyargısı vardı belki, bir genç kızın sokakta tanımadığı kişilere şarkı armağan etmesine anlam verememiş, ayıplamış olabilir. Belki hiçbiri değil, belki sadece utandı, çekindi.

Şu yaşam tarzı çatışması meselesi, o kadar çok şeyi perdeliyor ki. Deleuze ve Guattari, 'Felsefe Nedir?'de, “insanların mutsuzluğu, kanılarından kaynaklanır” diyorlardı ve kanılara karşı verilen mücadelenin önemine değiniyorlardı. Kanı, “yeterli dayanağı olmasa da doğru olduğuna inanılan yargı” diye tanımlanıyor sözlükte. Cogito’nun Deleuze sayısında İlke Karadağ’ın yazısına rastladım sonra; aptallıktan bahsediyordu ve şöyle diyordu: “Yaşam ancak katılaştığı, gerçekleştiği formun dışına çıkma imkânı bulduğunda yeni imkânlarını gösterir; yani devam eder.”

Karadağ’ın Deleuze aracılığıyla yaptığı tespit ise şöyle: “Bir metni ya da bir insanı, ondaki kuvvetleri ve bu kuvvetlerin başka kuvvetlerle zorunlu bağlantılarını görmeden, henüz gerçekleşmemiş imkânlarını, sunduğu yeni patikaları hesaba katmadan değerlendirmek, bir anlamda onu öldürmek anlamına gelir.”

Kendimizi, başkalarını ve hayatı nasıl öldürdüğümüzün izahını, bu cümlede görmek mümkün. Zaten Deleuze de, “İnsan hiç durmadan yaşamı öldürür” diye yazmıştı. Deleuze, 'Kritik ve Klinik'te Melville’in 'Kâtip Bartleby' öyküsünü bu anlamda anar ve Karadağ’ın da belirttiği gibi, sanki sadece bir inat yüzünden kendisini açlığa ve ölüme mahkûm eden Bartleby’nin, gerçekte katılaşmanın tersi yönünde hareket ederek hayatta kalma mücadelesi verdiğini söyler.

Yaşamı yaşatmak, yaşamı hapseden ve katılaştırarak öldüren kanıların yaratıcı düşünceler aracılığıyla değiştirilmesiyle mümkün olacak. Belki de sahilde müzik yapan gençler ve o ihtiyarın tavrı, beni bu yüzden duygulandırdı. Blanchot’nun 'Karanlık Thomas'ta yazdığı, “umutla umutsuzluğun içinde birlikte boğulduğu” gündelik hayat, kaçırılan fırsatlar, yaşamı yaşatma ve öldürme mücadeleleri…

Sonra kendi katılaşmamı, hapsettiğim varlığımı düşünüyorum, sokağımızın kedisi Karagöz’ün yavrusunu emzirirken gösterdiği özeni izlerken. Ne zaman ki denizden uzaklaşsam başka birine dönüştüğümü, kara insanları gibi davrandığımı, akışkanlığımı yitirdiğimi fark ediyorum. Zupancic’in 'Gerçeğin Etiği'nde Paul Claudel’den yaptığı alıntıyı hatırlıyorum sonra: “Yaşamını kaybetmektense, yaşama sebebini yitirmek daha acıdır.” Yaşamını kaybetmemek için onu katılaştırmak, güvenlik ihtiyacıyla hapsetmek, yani yaşamaktan korkarak yaşamanın çelişkisi… Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi “Deniz karşısında denizsizlik…” Bu düşünceler beni, farkında olmadan denize doğru sürüklüyor, yelkenlerim açılmış da kendimi rüzgâra bırakmışım gibi…