Deprem günlerinde gecikmiş bir veda
Fotoğraf: DepoPhotos

“Gittiler gecenin karanlığında ellerinde doğmamış güneşin izi”

Herkesin bildiği sözleri yinelemek istemiyorum, çünkü bu hiç birimizin bildiği bir şey değil. Deprem değil diyordu biri. Bir diğeri felakettir doğal afettir. Elimiz kolumuz bağlıdır Allah’ın işidir diye kesip atıyorsa olup biteni, kıyamettir öyleyse. Kıyamet doğanın bizi üstünden atıp karanlığa savurmasıysa, dindarların inandığı gibi İsrafil’in nihayet elindeki Sur’u üfleyip “İşte geldi beklediğiniz zaman” mı diyor suları coşan, buzulları eriyen, çölleri büyüyen dünya? “Tamam bu kadar yeter, yeter sizden çektiğimiz” diye feryat etmesi midir? İnsan icadı duvara, betona, kolon kesen aptala kızdı da bu nedenle mi üstünden attı bizi öfkesi ölçülemeyen doğa? Konuşup duranlar nasıl konuşmayı sürdürüyor öyleyse; o binaları yapanlar nasıl uyuyabiliyorlar, bunca zaman geçti ölenlerin sayısı belli değil hâlâ. Hâlâ konuşup duran milyonluk ulema, “Kaderdir, bu dünyada cefa çekenin ahireti cennettir, öteki dünyası iyidir” diye insanları aptal yerine koyan, “Yoksulu cahili inanır, ne kadar az bilseler o kadar iyidir, hep böyle söylemeli bunlara, şeyhi korumalı kollamalı” diye iç sesiyle kıkırdadıktan sonra şoförüne “Çek evladım, yorulduk, bugün çok yorulduk, zor bu devlet işleri” diyen devletli dolanıp duruyorsa hâlâ karanlık köşelerde korunaklı mekanlarda, peki biz bu sıkıntıyı nasıl atacağız üstümüzden?


Enkaz ve ekranlardan taşan ölüm

İşte daha deprem ortada yokken aklı başında hocaların söylediklerini yineleyecek gelmekte olan kara bulutları, kararan havayı anlatmayı deneyecektim. Böylece sana sessizce veda edecektim. Sen ansızın üzüntünün kapattığı kulaklarına gözlerini de ekleyince Efendi Abi, ağır basan hüznün köşeye sıkıştırdığı yüreğimi de belki teselli edecektim. Ellerimi klavyeye uzattım, dokundum korka korka. Klavye ses vermedi, yazı belirmedi, ateş yüzüme vurdu ve ben öylece kala kaldım boş sayfanın ilk harfinde ilk cümlesinde. Apar topar alıp götürdüler bilmem ne hastanesinin gece karanlığında iyice ıssızlaşmış aciline. Kapattım gözlerimi çaresiz Efendi Abi. “Bir şeyiniz yok gibi ama bir şeyler de olmuş olabilir” diye gülerek bir seçim esprisi patlatan kaygılı genç doktora sessizce “işbirliği” teklif ettim. “Yazı” dedim, “Unut” dedi, “Efendi Abi’ye veda edecektim” dedim, “Sonra” dedi. Ama sonrası başka türlü geldi…

Acilden terfi ettirdikleri odada TV kanallarında ölüm ekrandan dışarı taşıyordu. Yıkılan apartmanların içinden, enkazın ortasından sesler geldiğini söylüyordu ondan oraya koşuşup duran genç muhabirler. Efendi Abi iyi ki sen görmedin, koşuşup duran insanları, yılgınlığın yere çökerttiği çocukları kadınları, kapanan kulaklarına sıkıca kapattığın gözlerin eklenecekti. Acı tabloyu anlatmak zor, bir kasabayı, bir kenti değil bir bölgeyi, on ili birden sarsan tuhaf bir depremdi. İlk anların, ilk günlerin şaşkınlığı, öğrenilmiş, tercih edilmiş hazırlıksızlığı, zamana ve unutuşa güvenmenin, yasağa güce sığınmanın her duruma çare olacağına inanmanın gamsızlığı ile geçti o ilk günler. On ile yayılmış enkazın içinden kendiliğinden vücut bulan örgütlenen dayanışma inisiyatifleri enkazın içinden çok can çıkardılar, çok hayat kurtardılar. Umutlar sönmesin, insanlar yeniden gün yüzü görebilsinler diye nasıl çaba gösteriyorlardı anlatmak zor Efendi Abi. Sonra anlı şanlı kurtarma teşkilatları usul usul, belki biraz ürkek, belki kendi bürokrasilerine takılıp kalmış ama yarı yolda geri çevirmezlerse koşarak enkazın için dalacaklardı. Sonra daldılar. Öteki ülkelerden, çok yakınlardan, çok uzaklardan gelenler oldu.
Koptu yüreğin üstündeki boşluktan

Bizleri bırakıp gitmemiş olsaydın Efendi Abi, göğsümüzden taşan çığlığımızı duyamasan da görecektin yüzümüzdeki dehşet resminden. Ben tutamadım, o çığlık içimde kalsın, sonra tükenmez bir öfkeye dönüşsün, hapsedemedim, kulaklarımı tıkayıp gözlerimi kapatıp susturamadım o çığlığı.
“İncecikti koptu yüreğin üstündeki boşluktan / Herkes duydu çıkmadı kimsenin sesi / Küçük bir çocuktu dal gibi bir delikanlı fidana benzerdi / Entarisindeki oyalarla babasının bir tanesiydi ana kuzusu / Gittiler gecenin karanlığında ellerinde doğmamış güneşin izi.”

Bağlısın ya yatağa, işte o zaman kendi çaresizliğini o enkazın içindekilerin çaresizliği ile karşılaştıramıyor, çatıştıramıyor, bir şeye benzetemiyorsun. Yaz dedim gözlerindeki çağlayanı durduramayan hemşireye,

“Öylece bakakaldık ömrü tüketen yiyip bitiren çaresizlik içinde / Koyu gölgesi üstümüze indi ölümün utancı yaşayıp gitmenin /Haberlere öfkeyle baktık fotoğraflara nasıl da sinirlendik / Orada mı olsaydık içimizde betona dönmüş günahların derin dehlizi / Gittiler gecenin karanlığında ellerinde doğmamış güneşin izi.”

Yüzüme baktı gözlerini kuruladı, sonra dedi sonra geride ne kaldı daha. Daha yazacak ne var der gibi, yaz dedim.

“Geride kalan yalnızca büyük ve sahte bir duvar resmidir / Tüm ayrıntıların ince ince çizildiği ölümün hayata dudak büktüğü / Karanlığın içinde siyahın daha da karardığı kalbi ezen duvarın sustuğu / Yavaşça eskiyip solan bir gravüre benzerdi sararmış benzi / Gittiler gecenin karanlığında ellerinde doğmamış güneşin izi.”

Bitti artık dedim, gözlerini kurula. İki satır daha yaz sonra al götür, dağıt sağda solda, dağıt ki ben de burada çaresizliğin kuyusunda kararıp kalmayayım,

“Gittiler geride yalnızca alaca karanlıkta patlayan çığlığın suskun sesi / Gittiler sessizce geceye karıştılar ellerinde daha doğmamış güneşin izi.”
Ben söyledim gözlerinin çağlayanını tutamayan hemşire yazdı. “Al” dedim sonra “bunları dağıt herkese, ver herkes okusun çığlığımı çaresizliğimi herkes duysun.” Kaldırdı başını, gözlerini gözlerime dikti “Neden çaresiz olalım ki?” Ama işte ölümler sayıları her gün artan birer sayıya dönüşen insanlar kediler köpekler. İnsanlar nasıl dayanacaklar ki. “Onlar” dedi sonra “kuşlar gibidirler giderler bin türlü acının içinde”, Füruğ gibi düşünün, biz de onun gibi uçuşu hatırlayalım. ‘Ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana’ dememiş miydi?

Kalktı topladı kağıtlarını, “Ben gideyim artık” dedi, “Kim olduğunu çıkaramadım ama Efendi Abi’yi de anlatın buralardan gitmeden.”

***

Sonra Efendi Abi, seni anlattım. Bize hepimize Efendi Abi diye seslendiğini ama gerçek Efendi Abi’nin sen olduğunu söyledim. Sabahları erkenden gazeteye geldiğini odasının önünden geçiyorsam, ki bu fırsatı sık sık yaratırdım, “Gel Efendi Abi çayımızı burada içelim” derdi. Efendi Abi gazeteyi ele geçirmek için bin bir dolap çevirenlerin dolaplarını bir bir ortaya dökmüş Ağır Ceza’daki “savunmasında” gerçekte savunma değil gazetecilik dersi vermiş, duruşmaları izleyenler de gerçek bir Efendi’yi görme fırsatı bulmuşlardı. Bu söylediklerimi iyi ki duymuyorsun Efendi Abi duysaydın “Benim lafımı bana karşı mı kullanıyorsun sen” diye dalga geçerdin.

İşte böyle sevgili Orhan abim, sevgili Efendi Abim benim… Geciktim biliyorum ama ne diyordu eskiler, bizden daha eski olanlar yani… Mücbir sebeplerden, hem de ağır cinsinden, yürek yakanlarından…