İşin özü, tarihimizin en büyük yıkımlarından birine yol açan bu deprem bile, kamuyu yolundan alıkoymadı, hızından ve inadından döndürmedi. Bugüne kadar sürdürülen mesleki ilkeleri görmezden gelen, bilimdışı anlayış, bu depremden de ders çıkarmadan yoluna devam ediyor.

Deprem ve hatırlattıkları: Kentlerimiz depreme hazır mı?
Fotoğraf: DepoPhotos

Dr. Pelin Pınar GİRİTLİOĞLU - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı

06.02.2023 tarihinde 9 saat arayla gerçekleşen, merkez üsleri sırasıyla Gaziantep’in Şehitkamil İlçesi ve Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesi olan, 7,8 Mw ve 7,5 Mw büyüklüklerindeki iki deprem, Cumhuriyet tarihinde en çok can ve mal kaybı verilen depremler olarak geçti. Depremler, bir yandan artçıları, bir yandan yenileri ile devam ederken, bugüne dek ne yapılıp, ne yapılmadığına, kentlerimizin depremlere nasıl hazır hale getirilebileceğine ilişkin tartışmalar yükselmeye başladı.


Ne yapıldığını da, ne yapılmadığını da biliyoruz. 1999 depreminin ardından, 2002 yılında, Türkiye Cumhuriyeti İstanbul İli Sismik Mikro-Bölgeleme Dahil Afet Önleme/Azaltma Temel Plan Çalışması ve 2003 yılında geniş katılımlı çalışmaların sonucunda İTÜ, ODTÜ, YTÜ ve Boğaziçi Üniversiteleri ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile İstanbul Deprem Master Planı hazırlandı. 2001 yılında Yapı Denetimi Hakkında Kanun yürürlüğe girdi ki, Adana, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kocaeli, Yalova ile birlikte, kanun yürütmesinin başladığı pilot iller arasındaydı. 2004-2005 yıllarında TOKİ, Belediye ve Büyükşehir Belediye kanunları ile afet ve kentsel dönüşüm konusunda yetkiler tanımlandı. 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu ve afetler ve kentsel dönüşüm konusundaki yetkileri bünyesinde topladı. 2012 yılında 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. Bunlar yapılanlar. Yapılamayanlara gelince, ne yazık ki bu kadar yasal ve kurumsal yapılanmaya rağmen, kentlerimizi bir sistem bütünü olarak ele alarak, afetlere dirençli hale getirecek adımları atmadık. Kamu eliyle konut alanları ürettik; ancak gerçek anlamda sağlıklı ve güvenli kentler planlama işini göz ardı ettik. Böylece kentlerin eski ve sağlıksız kısımları öylece belirsiz bir sürece bırakılırken, rant düzeninin aracı haline gelen kamusal alanlar bir bir dönüştü, kent çeperlerinde, tarım ve orman arazilerinde rant projeleri gerçekleşti. Üstelik bu dönüşüm, planlar eliyle, hukuki düzenlemelerle, ÇED raporu gibi belgelerle meşrulaştırılarak gerçekleştirildi. Bugün elimizde, afet toplanma alanları alışveriş merkezlerine dönüşmüş, acil tahliye yolları ve güçlü altyapı sistemleri olmayan, 7 metrelik yolların kenarına rezidansların inşa edildiği, imar afları ile deprem tehdidi altında var olmaya mahkûm edilmiş kentler var elimizde. Oysa 2002 tarihli JAİKA Raporu, halihazırda, acil tahliye sisteminin Türkiye’de ve İstanbul’da henüz oluşturulmamış olduğuna, afet hasarlarını azaltmak ve can kayıplarını minimuma indirmek için, İstanbul metropoliten alanında her mahalle için yerel tahliye alanlarının oluşturulması gerektiğini vurguluyor ve acil ulaşım yollarının nasıl planlanması gerektiğini tarif ediyordu. 1. Derece deprem kuşağı üzerinde bulunan ülkemizin her kenti için bu hazırlıkların ne derece önemli olduğunu son depremler bize bir kez daha acı bir şekilde hatırlattı.

1999 depreminden bu yana, yani 24 yıldır kentlerin hangi ilkeler çerçevesinde afetlere hazır hale getirilmesi gerektiğini, afet odaklı bir kentsel dönüşüm yaklaşımının nasıl ülkemiz kentlerine adapte edilebileceğini konuşuyor, tartışıyoruz. Yapılması gerekenler hep belliydi. Ancak kamu idareleri bu süreçte asli görevlerini bir kenara bırakarak, kendilerini rant siyasetinin keyfine bıraktılar. Giderek merkezileştiler, yerel yönetimlerin elindeki afete ve afet odaklı kentsel dönüşüme yönelik yetkilerini tırpanladılar. 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından 2018 yılında Başkanlık sistemine geçilmesi ile birlikte yükselen otokratik bir anlayışla, başta kamusal alanlar olmak üzere tüm kent toprakları üzerinde, tahakkümün dozu artmaya başladı. 6306 sayılı kanun ise, adeta bir müteahhitlik kanunu gibi, sevgili Tayfun’un deyimiyle, “istisna mekânlar” yaratmaya devam etti. Mega rant projelerine sıfırı bol kaynaklar ayrılırken, halk için eski, yorgun yapılarında imar barışıyla avunarak yaşamaktan başka bir seçenek sunulmadı. Kamusal alanların yapılaşmaya açılmasına yönelik mücadele eden meslek insanları 18 yıl ceza alarak cezaevine yollandı. Kanal İstanbul gibi, 3 aktif fay hattı üzerine inşa edilecek olan, tsunami riski taşıdığı özbeöz kendi ÇED raporunda itiraf edilen mega projeler jet hızıyla planlandı.

Bugün depremin ardından iki haftadan fazla zaman geçmişken, yine bunları konuşuyor olmak meslek insanları olarak büyük bir hayal kırıklığı ve yorgunluk yaratıyor bizlerde.

Peki, neydi bugüne kadar yapılmayan, ama yapılması gereken? Nasıl hazırlanmalıydı kentler depreme ve diğer afetlere?

Öncelikle yapılması gereken, yaşam ve barınma hakkını esas alan, kamucu bir perspektiften bakarak, mülkiyeti esas almayarak, herkes için konuta erişim ilkesini benimseyerek, ortak aklı ve bilimi önceleyerek, sağlıklı, güvenli, adil kent hedefleri doğrultusunda kentleri ele almak olmalıydı.
Deprem, medyada yalnızca konut dayanaklılığı boyutuyla tartışıldı. Uzmanlar zeminin dayanıklılığı ve binanın dayanıklılığını çokça dile getirdi. Ancak burada sözünü ettiğimiz kent, sadece bundan ibaret bir yer midir? Bir kenti sağlıklı, güvenli, adil bir kent yapan, yalnızca içinde yer alan güvenli konutların sayısı mıdır? Cevabın hayır olduğunu elbette ki biliyoruz.

Bir kente kent diyebilmek için, o kentin herkes için erişilebilir kamusal alanlarıyla, yüksek erişilebilirliğe sahip, güvenli, havalimanları, iskeleleri, limanları, kent içi ve dışı yolları, hastaneleri ile tam entegre olmuş afet tahliye yollarının var olduğu ulaşım sistemi ile, güçlü altyapı tesisleriyle, dirençli kamu yapılarıyla, çeperinde –olası bir afet durumunda- kendi kendini kısa dönem de olsa besleyebilecek tarım alanlarıyla ve korunmuş doğal alanlarıyla birlikte bir sistem olarak tasarlanmış olması gerekir. Afet toplanma alanları, öncelikli afet tahliye yolları, kent içi boşluklar, kent içine adil bir şekilde dağılmış sağlık ve eğitim tesisleri, güçlü ve güvenli konut yapıları kadar önem taşımaktadır.

Bugün özelikle İstanbul gibi büyük metropoller, tükettikleri kent toprağında olası bir depreme karşı hazırlanmış, altyapılı afet toplanma alanları üretecek toprak varlığına sahip değillerdi. İşte tam da bu yüzdendi Kanal İstanbul’a itirazımız. Kanal İstanbul’un uygulanacağı bölge, olası İstanbul depreminin “afet sonrası geçici barınma alanı” olabilecek bir bölgeydi. Bunun yerine, özel proje alanlarına, turizme, sağlık turizmine, vs tahsis edilmesinde inat edildi, ediliyor. İnat sürerken, kentler, dayatmacı bir yöntemle sürdürülen 6306 sayılı Yasaya teslim edilmeye devam ediliyor. Kamu süreçten giderek daha fazla çekilerek, vatandaşı müteahhitin insafına bırakıyor.

Bütün bunları ilk kez konuşmuyoruz. Bu politikalara ilk itirazımız bugün, bu depremle yapılmıyor. Ancak bugün görüyoruz ki, kamu aynı acelecilikle, daha artçı depremler devam ederken, toprak yerine oturmamışken, enkaz kalkmamış, bu rant siyasetinin kurbanları enkaz altından çıkarılmamışken, göstermelik bilim kurulları oluşturularak, inşaat faaliyetlerine son sürat başlanıyor, aceleyle yapılanlar bu yolla meşru kılınmak isteniyor. Bilimsel analizler henüz yapılmadı. Bu kadar kısa sürede yapılamazdı da. Yer seçimi kararları bilim insanları ile tartışılmadı. Şehir plancıları sürece dahil bile edilmedi. İktidar biliminsanlarından önce betoncularla, demircilerle görüşmeyi seçti. Deprem bölgesi parça parça, seçilmiş bürolara paylaştırılıyor.

İşin özü, tarihimizin en büyük yıkımlarından birine yol açan bu deprem bile, kamuyu yolundan alıkoymadı, hızından ve inadından döndürmedi. Bugüne kadar sürdürülen mesleki ilkeleri görmezden gelen, bilim dışı anlayış, bu depremden de ders çıkarmadan yoluna devam ediyor. Hiç kuşkusuz, depremde evlerini kaybeden halkımızın barınma ihtiyacı acildir ve devletin bu ihtiyacı temin etmesi Anayasal sorumluluğu ve görevidir. Bununla birlikte, bilimi, ortak aklı, işbirliğini reddederek çıkılan bu aceleci yol, olası afetler açısından kaygılarımızı artırmaktadır. Görünen o ki, bizleri meslek ve biliminsanları olarak, bu kaygımızı iktidara anlatamamışız.

Son söz olarak şunu tekrarlayalım; siyasi hesaplarla verilen yatırım kararları, yalnızca iktidar inadıyla, bilimden, fenden, planlardan bağımsız ya da planlarla meşrulaştırılmış, bilim ve meslek insanlarını, meslek odalarını, sivil toplumu, uzmanları süreçten dışlayan bir anlayışla hayata geçirilen projeler, bu depremle birlikte toplum olarak bir kez daha hatırlanmalı, bir kez daha reddedilmelidir.