Bir hafta önce İzmir’de yaşanan depremde 114 vatandaşımız hayatını kaybetti. Mülkiye’den arkadaşım Mehmet Kaplan’ın sevgili eşi Kadriye ve küçük oğlu Gökdeniz de hayatlarını kaybetti. Günlerce Rızabey Apartmanı’nın enkazından sağ çıkmaları için umutla bekledik, ama maalesef olmadı.

Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu fay hatları üzerinde bulunan yerleşim yerlerinde yaşıyor. Dolayısıyla deprem bu ülkenin bir gerçeğidir. Bu gerçekliğin apaçık bir şekilde karşımızda durmasına rağmen yıllarca yeterli önlemin alınmamış olması açıklanabilir bir durum değildir.

Deprem konusundaki sorumluluktan, suçu vatandaşa yükleyerek kurtulamazsınız. Çevre ve Şehircilik Bakanı Kurum’un “Tüm Türkiye’ye sesleniyorum, riskli binalarda oturmayın” açıklaması, iktidarın sorumluluktan kaçınmaya çalıştığının açık bir göstergesidir.

Bireylerin karar alma ufukları sınırlıdır ve kısa vadelidir. Ama iktidar sahipleri, deprem gibi önemli bir konuda sonuç doğuracak kararları, çok daha uzun vadeli hedefler ve toplumsal menfaatleri gözeterek almak zorundadırlar. Oysa bizde iktidar sahipleri bireylerden daha kısa vadeli hedeflere sahiptir ve ülkeyi de buna göre yönetiyorlar. Toplumsal menfaatten ziyade bir sonraki seçim sandığı hedef olarak belirleniyor. İmar affı böyle bir yaklaşımla çıkarıldı.

Evet, depremden kaçınamayız ama depremin sonuçlarından kaçınabiliriz. Burada birincil sorumluluk ülkeyi yönetenlere düşmektedir. Yapılması gereken bellidir; depreme dayanıklı konutları uygun zeminlere inşa etmek. Binaların nasıl yapılacağını inşaat mühendisleri, hangi zeminlere yapılması gerektiğini de jeologlar biliyor. Konu bu kadar basittir.

Bir de “deprem vergileri” konusu var. Sahi bu vergilerden elde edilen gelirler nerede? Bu çok haklı bir soru. Nerede olduğunu ben size söyleyeyim; genel bütçe gelirleri içerisine alınıp harcandı. Çünkü bizim vergi mevzuatımızda “özel amaçlı vergiler” yoktur. Sizin vicdanınıza dokunarak aldıkları vergilerin, hem kanun hem de iktidar sahipleri nezdinde, alkolden alınan vergilerden farkı yoktur. İstedikleri gibi harcarlar ve bunu denetleyecek bir mekanizma da yoktur.

31 Ocak 2020’de, Elazığ’da yaşanan depremin ardından, bu köşede şunları yazmışım:

“Kamuoyunda deprem vergisi diye bilinen ve ilgili kanun gerekçesinde “bu düzenleme ile bir yandan depremde zarar gören yurttaşlarımızın yaraları sarılmaya çalışılacak” denilirken ”aynı zamanda toplumsal dayanışmanın hakiki bir örneği gerçekleştirilecektir” de denilerek vatandaşların omuzlarına geçici bir süreliğine yeni bir vergi konulmuştur. Vatandaşın merhamet duygusuna hitap ederek, getirilen yeni vergiye itiraz edilmesinin önüne geçilmiş. Daha sonra kalıcı hale getirilen bu vergi nedeniyle 20 yıldır vatandaştan toplanan paraların nereye harcandığı haklı olarak sorgulanır hale geldi. Bu soruya en açık yanıt cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi, “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok.” Oysa kamusal kaynakları kullananların hesap vermesi yasal bir zorunluluktur. Hesap vermeyi bir zaman kaybı olarak gören bir yönetim anlayışına sahip olduğumuzu bu son deprem bir kez daha açığa çıkardı.”

Bu satırları yazdıktan 9 ay sonra, yine aynı soruları soruyor ve hala yanıt alamıyorsak, dönüp kendimize sormalıyız: iktidarın hesap vermesini nasıl sağlayabiliriz? Her deprem olduğunda aynı soruları sorup, birkaç hafta sonra başka gündem maddelerine kapılıp gidecek miyiz?

Biz iktidardan hesap sormadığımız sürece, depremin acı sonuçlarına da katlanmaya devam ederiz.