Sömürünün, ayrımcılığın, ekranlarda şov uğruna kullanılan aşağılayıcı dilin karşısına dayanışma ve kardeşliği koyacak; toplum-doğa ilişkisini ekolojik bir perspektifle yeniden kuracak bir yol çizmek bugünün en acil ihtiyacıdır.

Depremden kentsel afete

Ilgaz Su Aktaş - Kemal Yılmaz

6 Şubat günü Kahramanmaraş merkezli meydana gelen ve 10 ilimizi ciddi şekilde etkileyen depremler yalnızca dünya kabuğunda yarıklar açmakla kalmadı, aynı zamanda krizler çağında olduğumuz şu dönemde siyasi, toplumsal ve mekânsal çelişkilerdeki çatlakları da derinleştirerek tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarptı.


Fay kırılması doğal bir süreç olsa da, meydana gelen yıkımı yalnızca fiziki-coğrafi bir etki üzerinden okumak mümkün değil. Depremi doğanın bir gerçeği olmaktan çıkarıp toplumsal bir felakete dönüştüren nedenler kentsel coğrafyanın kapitalist birikim süreci içerisinde ekonomik ve sosyo-politik üretimiyle birlikte ele alınmalıdır. Öyle ki, mekânın kapitalist kentleşme dinamiklerine, iktidarın kentsel politikalarına değinmeden depreme bakmak, bizi bu denli bir yıkımın kaçınılmaz olarak yaşanması gerektiğine neredeyse inandırır. Dolayısıyla depremin yıkıcı etkisinin tarifi doğal bir afete değil; siyasi, toplumsal ve kültürel ilişkileri de içerisinde barındıran bir kentsel afete işaret eder.

Neoliberal kentleşme pratikleri içerisinde 21. yüzyılın kentlerinin bir yaşam alanı değil kârı önceleyen bir yatırım mekânına, konutun ise barınma mekânı değil kârı önceleyen bir piyasa aracına dönüştürülmesinin hız kazanmasıyla kentsel rant iktidar ve çevresine dağıtılırken emekçi ve yoksul kesimler ise sağlıklı kentsel çevrede yaşama hakları ihlal edilerek yaşanabilir kentsel mekânlardan mahrum bırakıldı. Erdoğan’ın afetin çözümü olarak sunduğu ancak ‘muhalefetin bugüne kadar engel olduğu’(!) aslında bir rantsal dönüşüme hizmet eden ‘kentsel dönüşüm’ projeleri de yine bu dönemde kamu kaynaklarının ve kentsel mülkiyetin kullanım hakkının sermayeye transferi için bir araç olarak kullanıldı.

İnşaat sektörünü ekonominin temel lokomotifi olarak gören ve kentleşme pratiğini buradan hareketle kurgulayan iktidarın kentleşme öyküsü afete davetiye çıkaran, afet sonrasını krize dönüştüren pek çok girişimi de içerisinde barındırdı. Riskli konut alanlarının dönüştürülmesini ve sağlıklı yaşam çevrelerinin oluşturulmasını değil rant değeri yüksek alanların yeniden yapılandırılmasını ve soylulaştırma ile el değiştirmesini hedefleyen kentsel dönüşüm uygulamaları sonucu mülksüzleştirilen kentliler kentin başka riskli alanlarında yaşamaya zorlandı. Yapılan yasal düzenlemelerle meslek odalarının denetim yetkisinin ortadan kaldırılması ve imar afları ile kentsel ve kırsal nitelikli yerleşim alanlarında denetimden yoksun bir konut stoku yaratıldı. İmara açılmaması gereken riskli alanlar ve afet sonrası acil müdahale ve ilk temasın temel araçlarından olan afet sonrası toplanma alanları tüm uyarılara ve kamuoyu tepkilerine rağmen imara açıldı.

Kamucu perspektifin tasfiye edilmesi, tüm kamu kaynaklarının özel şirketlere devredilmesi, kentsel mekânın sermayenin hizmetine sunulması, sosyal hizmetlere ayrılan bütçenin bir grup azınlığın cebine akıtılması bir yandan kentlerde deprem öncesi alınması gereken önlemlerin göz ardı edilmesine neden olurken; diğer yandan deprem sonrası iktidar ve kurumları tarafınca daha büyük bir krizin yaratılmasının önünü açtı.

Afetin Mekânsallığı

Enkazın toz bulutunun dağılmasının ardından yeniden kurulacak kentler üzerine düşünmeye geçmeden önce, afetin toplumsal yapıdaki çelişkilerin maddi bir ifadesi olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekir. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi içerisinde üretilen mekân herkese aynı ayrıcalığı tanımaz. Afetin sonuçları toplumsal olarak inşa edilir. Depremden etkilenen farklı kesimlerin yeni bir yaşam kurma mücadelesi sosyo-ekonomik koşullarına bağlıdır. Zengin kesimlerin depremin yıkıcı etkilerinden toparlanma süreci daha hızlı olurken, her şeyini kaybeden yoksul kesimleri daha zorlu bir süreç bekliyor.
Üzerinden iki haftadan daha uzun bir süre geçtiği halde geçici barınma olanakları dahi yaratılamamışken iktidarın büyük bir aceleyle Mart ayı başında 30.000 konutun inşasına başlayacağını ve bir yıl içerisinde deprem bölgesinin tamamının konut ihtiyacını karşılayacağını söylemesi bu yıkımı da inşaat temelli bir sermaye birikimi için fırsata dönüştürmek istediğinin sinyallerini veriyor. Depremi kader olarak niteleyenler bir yandan bu felaketin nedenlerini tarihsel ve bilimsel bir süreç olmaktan çıkartıp yerkürenin çok yukarılarına havale ederken; diğer yandan da fay hatlarına paralel altta bir yerlerde yatan ekonomik yapının mutlak gücünü devreye sokarak bu krizden çıkış yollarını arıyor.

Konutu barınma değil bir piyasa aracı olarak gören ve kaçınılmaz olarak “rantın ve krizin yeniden üretimi” ile sonuçlanacak olan, “ihale et, inşa et, kâr et” mottosuyla kurgulanan bu inşa faaliyetinin bugünden tarif ettiği tek şey sömürü düzeninin yaygınlaşmasını ve kolaylaşmasını amaçlayan bir yaklaşımın ötesine geçemiyor.

Bu yaklaşım 24 Şubat tarihli ve 126 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile de tescillenmiş durumda. Kararnameye göre afet bölgesi olarak kabul edilen yerlerde afetten etkilenenlerin geçici veya kesin iskân alanları için orman alanları ve mera alanları imara açılabiliyor. Aynı zamanda herhangi bir imar planı yapılmaksızın, sadece vaziyet planlarına göre askı, ilan ve itiraz süreçleri de işletilmeden uygulama yapılması hedefleniyor.

Planlamayı esas almadan oraya, buraya, şuraya, fay hattının 500 metre berisine kondurulması planlanan evlerin yeni bir kent hayatını yaratmaktan çok uzakta olduğunu görmek de çok zor değil. İktidarın soyut rakamlara boğduğu çözüm önerilerinin aksine toplumsal olarak üretilen mekân sadece tip projelere dayanan/ tektip konutlardan oluşan, kimliksiz yapılı ve fiziksel bir çevre değil, kamusal alanları, sosyal donatı alanlarını, teknik altyapı alanlarını, kültürel dokuyu, kentin ve kentlinin kimliği ve sosyo-demografik yapısını içeren bütüncül bir sistemdir.

Dayanışma Mekânı

Peki yeniden kurulacak kentleri iktidarın felaket yaratan rant ağının ellerine bırakamayacaksak, çözüm nerede? Sermayenin boşalan kentlere kâr için hızla saldırmasına izin vermeyecek, ihtiyaçlar temelinde bir planlama gereklidir. Sömürünün, ayrımcılığın, ekranlarda şov uğruna edilen aşağılayıcı dilin karşına ortaklık, dayanışma ve kardeşliği koyacak; toplum-doğa ilişkisini ekolojik bir perspektifle yeniden kuracak bir yol çizmek bugünün en acil ihtiyacıdır.

Şehircilik ilkelerini ve kamu yararını tanımayan, parçacıl ve sürdürülebilir olmayan her müdahale kentlerin yeniden inşa sürecinde kısa-orta-uzun vadede hem yeni krizlere neden olacak bir zemin yaratacak hem de kamu kaynaklarının akıldışı, bilimdışı kullanılması sonucu kamu zararına neden olacaktır. Bu nedenle kentlerin yeniden kurulma süreçleri planlamayı tasfiye etmeden, ihtiyaç duyulan tüm bilimsel çalışmaların yürütülmesi sonucunda bütüncül bir şekilde ele alınmalıdır. İktidarın hedeflediği tektip projelerle yaratılacak olan kimliksiz kent kurgusuna karşı; somut ve somut olmayan kültürel miras ögeleri bakımından zengin olan kentlerimiz tarihsel dokuları, miras öğeleri korunarak planlanmalıdır.

Bir yandan depremin ilk anlarından itibaren dayanışma temelinde oluşan bir toplumsal seferberlik hali yeni bir toplumsallığı ve bu toplumsallığın mekânının ipuçlarını verirken; diğer yandan TMMOB başta olmak üzere meslek odalarının ve toplumsal muhalefetin bu kriz anına oldukça hızlı bir reaksiyon göstermesi bilimsel ve kamucu bir fikirle kentleri yeniden kuracak birikimin bu memlekette halihazırda var olduğunu gösteriyor. Bu birikim tüm bu yıkıma rağmen toplumsal belleği diri tutarak yeni bir kent yaratma iradesi ile yurttaşlar tarafından Hatay’daki bir duvar yazısından da bize sesleniyor: “Umudunu Yitirme Geri Dönecez Hatay.”

Yaşadığımız her doğa olayını afete dönüştüren bu krizden çıkış yolumuz yeni, bize ait ve bizim kuracağımız “tüm kamu kaynaklarını sermayeye sınırsızca sunan neoliberal kentleşme politikalarına karşı bilimi ve tekniği esas alan, kamu yararını odağına koyan, kentsel tarihimizi ve belleğimizi koruyan yaşanabilir, sağlıklı ve dirençli yerleşimlerdir”.