Romantizm söz konusu olduğunda pek de başarılı olduğum söylenmez. İnsanların ağlamaktan helak olduğu filmler, duygu seline kapılıp okuduğu romanlar, fonda acıklı bir müzikle beslenmiş dramlar bende pek etki yaratmaz. Fakat derseniz ki bir maç sonunda kaç kez gözlerin doldu, kaç kez tribün arkadaşlarına gol sonrası en sevdiğine sarılır gibi sarıldın, coşkudan sokaklarda bağırmak istedin, sarhoş olup şarkılar söyledin? Saymakla bitiremem. Bırakın efsane maçları, internette oyuncu olduğu bariz insanlarla çekilmiş videoları izlerken bile gözlerim dolar, Şampiyonlar Ligi giriş şarkısı tüylerimi diken diken eder. Beşiktaş’ın Valerenga faciasından sonra kameralara “Ben sabah oğluma ne diyeceğim kaptan?” diyen abiyi izlerken, empatinin doruklarına çıkarım.

Kadınların bir ayakkabıya âşık olmasını, vitrinde gördüğü çantayı durdurulamaz bir istekle kollarında görmek istemesini, Sevgilier Günü için yapılan planlarını, bir şarkıyı gözleri dolarak dinlemesini, iki kadın bir araya gelince saatlerce aynı konudan bahsedebilmelerini pek anlayamam. Eminim çoğu insan da benim, sezon formaları çıktığında vitrine yapışmamı, o kadar fazla formamın olmasını, Sevgililer Günü için olmasa da maç günleri için yaptığım planları, tezahüratları en romantik şarkı gibi içten söylememi, futbolseverler bir araya geldiğimizde hiç sıkılmadan hatta bazen sadece bir maç üzerine saatlerce konuşabilmemi anlamaz. Özetle romantik miyim bilmem ama konu futbol olunca en romantik, en duygusal, en hassas insan olabilirim. Bizim gibilerin takımı yumuşak karnıdır. Yenilgilerden sonra “Acımadı ki” diye efelensek de eve gidip duvardaki takım posteri önünde içli içli ağlayanlarız biz. O maçta giydiklerimizi cezalı sayıp, yeni uğurlar bulmaya çalışanlarız. Şahsen tanımadığımız futbolcularımıza kendi kendimize trip atanlarız.

Çocukluğumdan beri takımım üzerine iddiaya girmemek gibi bir prensibim var. Uğursuzluk saydığımdan falan değil insanın bu kadar içselleştirdiği bir şeyin üzerinden kazanç sağlamasını kendime yediremediğimden. Benim gibi olan ama içindeki bahisçiye hakim olamayanların sakalına, bıyığına; kafasını kazıtmasına iddiaya girmesi pek modaydı bir aralar. Onu da pek anlamam. Bana göre sevdiğin şeyle bahis olmaz. Hele takımının yenileceği üzerine bahse girenleri aklım hafsalam almaz. Fakat özellikle derbiler söz konusu olduğunda, biraz da futbol sevginiz biliniyorsa, iddiaya girme heveslisi çok olur. O hafta işyerini derbi havası sarar; meydan okumalar havada uçuşur. 

Rakiple ufak atışmalar, kızdırmalar hep hoşuma gider.  Yıllar önce çalıştığım işyerindeki çaycı abimiz eğer Galatsaray yenilmişse ne yapar eder kinayeli bir şekilde verirdi çayımı. Antep maçından sonra çay tabağıma fıstık koyar, Rize’ye yenildiysek muzip bir bakışla “Bugün çay bir başka güzel” derdi. Derbilerden sonra da genelde iddiada kazandığı “enayi baklavasını”  dağıtırdı. Bugün bile keyifle hatırladığım detaylar. Fakat derbi sonrasında kazanan benim takımım bile olsa tahammül edemediğim bir şey de var: Derbi taraftarları! Takımının kadrosunu tam olarak sayamasa da pazartesi forma ile işe gelir, sandalyesine atkı asar. Hayatı boyunca toplamda on maç izlememiş de olsa her pozisyon için bir diyeceği vardır. Maçın bitiş düdüğü çalar çalmaz tanıdığı tüm rakipleri arar. O güne kadar hangi takımlı olduğunu bilmediğiniz adamın tüm sosyal hesapları formalı fotoğraflarla dolar.

Bütün yıl futbolla ilgilenmeyen derbi taraftarı! Gel o gün de ilgilenme. Biz yensek de “Acımadı ki” diyen rakibin acısını hisseder, onun da “sevinmek için sevmediğini” biliriz. Kendi romantizmimiz içinde bir küser bir barışırız, sen de eksik kal. Beni “Nasıl yendik”; rakibi “Nasıl yenildiniz” diye arama. Biz bize yetelim, sen hiç bize bulaşma.