Cumhurbaşkanı, muhafazakâr çevreler ve bazı tarihçiler, tarihin çarpıtıldığına ve Sultan Hamid’in iftiralarla karalandığına inanıyorlar. Peki, Sultan’ın özel kaleminde (Mabeyn’inde) yıllarca çalışmış, kendisine en yakın olmuş şahıslar da bu “yeminli düşmanlar” arasında sayılabilir mi? Onların yazdıklarına ne diyeceğiz?

Derin devlet, İslam devleti ve Abdülhamid özlemi

1990’larda siyasi tartışmalarımızda “Derin devlet” sorgulamaları önemli bir yer tutuyordu. Askeri darbelerin yaraları hala sarılamamış, barış ve güven ortamı sağlanamamıştı. Şiddet ve hukuksuzluk devam ediyor, hatta yer yer daha da acımasız şekiller alıyordu. Birtakım insanlar aniden yok oluyor, ortalıkta “yargısız infaz” söylentileri dolaşıyordu. 1996 Kasımı başlarında “Susurluk skandalı” da tam bu ortamda patlak verdi. Talihsiz bir kaza, siyasetçi, emniyetçi, tetikçi, reklamcı.. Bütün şüphelileri yan yana yakalamıştı. “Derin Devlet” kavramı da bu vesileyle ortaya çıktı.

• • •

Aslında benzer tartışmalar 1970’lerde, 12 Mart darbesinden sonra da yapılmıştı. O tarihlerde korkuyla fısıldanan sözcük “kontrgerilla” idi ve gayrı resmi gündemi de daha çok bu tartışmalar işgal ediyordu. Arkadan 12 Eylül geldi ve kaygılar kâbusa dönüştü.

Kâbus, yıllarca sürdü ve sonunda, sivil cumhurbaşkanı, Özal liberalizmi derken tünelin ucu görünür gibi oldu. Artık diller çözülmüştü; herkes korkmadan konuşuyordu. Susurluk’la ilgili bir yazımda o günlerin siyasi iklimini şöyle betimlemiştim: “1980’lerin sonlarından itibaren Türk düşünce hayatında, geçmişte benzeri görülmemiş hareketli bir dönem yaşadık. Artık herkes içini dökmeğe, bütün bildiklerini anlatmaya koyulmuştu. Bu arada tüm tabular da yıkılmaya başladı. Kollektif boşalmadan Devlet Başkanlığı makamı, MİT, Kontrgerilla ve MGK haklarına düşeni aldılar” (Mülkiye Dergisi, Aralık 1997).

• • •

Bu kolektif dertleşmede Ziverbey Köşkü 12 Eylül zulmünün simgesi haline gelmişti. Orada yaşananları da İlhan Selçuk, aynı adı taşıyan kitabında (1993) anlattı. Dehşet köşkünden sonunda salıverilirken, kendilerini “Teşkilat-ı Mahsusa” olarak adlandıran 22 general ve albay, Anayasayı da aşan yüksek bir otorite konumunda, yazara, kendisini (ve tabii tüm “zanlı”ları) daha sonra da izleyeceklerini belirtmişlerdi (s. 9). Aynı tarihlerde, Ziverbey’de ünlenen bir general de emekli bir subaya asıl adlarının “Ergenekon” olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyordu. (Can Dündar; Ergenekon, İmge, 1993). Kuşku ve sorgulamalar giderek Menderes dönemine, Kıbrıslı Rum teröristlere karşı Özel Harp Dairesi’ne bağlı olarak kurulan “Türk Mukavemet Teşkilatı”na (TMT) kadar uzandı. O tarihte bizzat kurucularıyla da görüşerek bir araştırma yapan bir gazetecimiz, bu gizli örgütün Otağ, Oba ve Çadır gibi isimler taşıyan beşer kişilik hücrelerden oluştuğunu ve başkanının da Bozkurt diye adlandırıldığını yazmıştı. (Ö. Ercan, Hürriyet, 11-14 Haziran, 1995). İşte “derin devlet” kavramı da bu psikoloji içinde ortaya çıktı. Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet gazetesinde (24 Kasım 1997) yazdığına göre , “Derin Devlet” kavramı -ilk kez ve olumlu bir şekilde- Mehmet Ağar tarafından, General Çevik Bir’le bir yemekten sonra ifade edilmişti.

Kavram icat olmuştu; oradan Arap dünyasına, daha sonra da bütün dünyaya yayıldı.

• • •

“Derin Devlet” tartışmalarının Arap dünyasına girmesine “Arap Baharı” vesile olmuştu. Daha önce de Arap aydınları arasında -örneğin Fas’ta olduğu gibi- “Hizbi Sırrî” veya “Mahzen” gibi “derin devlet”i çağrıştıran kavramlar kullanılıyordu. Fakat sözcüğü Arapça’ya çevirerek (Davla Âmika) ilk kullananlar Mısırlı İslamcılar oldular. Bu çevreler Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler’e karşı darbeyi “Derin Devlet”e mal ediyorlardı. Bu süreci inceleyen Fransız tarihçi Jean Pierre Filiu, “Türkiye’den ithal edilen kavramın 2012 kışında Mısır medyasında popüler bir tartışma konusu” olduğunu yazmıştır. (From Deep State to Islamic State, Londra, Hurst, 2015, s. 167).

• • •

Filiu, bir Ortadoğu uzmanı; eserinde Türkiye’yi incelemiyor. Sadece genel hatlarıyla Susurluk olayı üzerinde duruyor ve isabetli bir şekilde olayların Türk ve Arap dünyalarında ters yönde geliştiğine işaret ediyor. Yazara göre Erdoğan’ın bu konudaki taktiği “Derin Devlet’le kavgayı, askerlerle İslamcılar arasındaki nesil boyu kavgayla bulandırması” olmuştu (s. 16). Askeri davalar da bunun aracını teşkil ettiler. “AKP döneminin kitle davaları”, diyor Filiu, “Türkiye’nin başka bir devre doğru yöneldiğinin açık işareti idi ve bu da Arap Dünyası ve ona özgü Derin Devlet ile keskin bir çelişki oluşturuyordu” (s. 23). Tabloya biz de bu taktikteki -Filiu’nun söylemediği- şu önemli noktayı ekleyelim: Bu kavga Kürt açılımı ve darbe düşmanlığı gibi demokratik özlemlerin seferber edildiği geniş bir “liberal” cephe adına, asker-sivil “ulusalcılar”dan oluşan “darbeci” güçlere karşı yürütüldü. Ne var ki sapla samanı karıştıran, çok daha köklü bir İslamo-faşizm tehlikesini göremeyen, hatta -örneğin Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceci ile işkence göreni aynı kefeye koyarak- ona yardımcı olan bu görüş toplumsal gerçeklere ters düşüyordu. Daha çok da iktidarın otoriter eğilimlerini güçlendirmeye yaradı ve bir süre sonra iflas etti.

J-P. Filiu kırılmanın -Mısır’da da Müslüman Kardeşler krizinin yaşandığı 2012-2013 yıllarında gerçekleştiğine işaret ediyor ve şunları yazıyor: “Türkiye’de kibirli Erdoğan’ın lehine olan popüler dalga, Arap kamu tartışmalarında Derin Devlet kavramının giderek popüler olduğu 2012-13 yıllarında tersine döndü” (s. 16). Zaten bu sırada AKP ve “Türk Modeli”, Mısır hariç Arap dünyasında, özellikle de “Ennahda Partisi’nin AKP’ye en yakın olduğu Tunus’ta” çoktan solmuştu. İzleyen yıllarda Mısır’da da soldu.

• • •

“Türk Modeli” Arap dünyasında solmuştu; fakat AKP iktidarı, Mısır’daki İhvan’ın aksine giderek güçlendi ve geçen Nisan ayında da plebisite dönüşmüş, üstelik şaibeli bir “referandum” ile Anayasa’yı, cumhurbaşkanını “mutlak Başkan” konumuna yükseltecek şekilde değiştirdi. Bu arada kanlı bir darbe girişimi önlenmiş, on binlerce insan tutuklanmış ve sonunda da OHAL yönetimi ülkenin olağan yönetim şekli haline gelmişti.

• • •

Darbenin önlenmesi elbette ki çok iyi oldu; fakat ortaya da 12 Mart ve 12 Eylül “ara rejim”lerini andıran bir durum çıkmıştı. Muhalefet baskı ve tehdit ile sindirilmiş; basın ve yayın özgürlüğü kısıtlanmış; yüzlerce değerli bilim insanı üniversiteden uzaklaştırılmış; Türkiye, dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke haline gelmişti. Buna karşılık, “ara rejim”lerden farklı olarak, kimse ne “Kontrgerilla”dan ne de “Derin Devlet”den söz ediyordu. Bu haliyle, durum, yıllar önce Demirel’in yaptığı “Derin Devlet” analizinden de farklıydı. Eski Cumhurbaşkanı “Derin Devlet”in bir iktidar boşluğundan doğduğunu ve bu boşluğu da askerlerin doldurduğunu söylemişti. (Sabah, 28 Mart 2005). Oysa artık ortada bir “boşluk” yoktu; Genelkurmay Başkanı ile Başkomutan Devlet Başkanı uyum içindeydiler; sık sık görüşüyor, birlikte geziler, toplantılar yapıyor, umreye gidiyorlardı. AKP-MHP ittifakı ve seçim yasasında yapılan son değişiklik de 2019’u garantilemek için atılan son (?) adımlar oldu.

• • •

Görünüşe göre, Filiu’nun Ortadoğu’da gözlediği bir durum Türkiye’de de olası hale gelmişti. Filiu, Mısır örneği üzerinde dururken, “Nasır, Sedat ya da Mübarek iktidardayken, Derin Devlet’e ihtiyaç yoktu” diyordu (s. 166). Bu “Reis”ler Mısır’da mutlak bir otorite kurmuş, iktidar boşluğuna son vermişlerdi. Şimdi de Türkiye’de benzer bir süreç yaşanıyordu. Ülkede “Derin Devlet” tartışmalarını ortadan kaldıran şey, demokrasinin daha güçlü hale gelmiş olması değildi. Mısır’daki gibi, fakat ondan çok farklı bir tarihi mirasla hesaplaşmak isteyen bir hareket ortaya çıkmıştı. Mısır, Suriye, Cezayir gibi ülkeler, Filiu’un “modern Memluklar” dediği oligarşik sistemleri çağdaş teknolojinin baskı araçlarıyla donatmış rejimler tarafından yönetiliyordu. Yetmiş iki yıl önce barış içinde, bir anayasa değişikliğine bile gerek kalmadan çok partili hayata geçmiş olan Türkiye’de ise demokrasi her zamankinden daha çok tehdit altındaydı. Bu koşullarda 2019 seçimleri bir sınav haline geliyor ve iktidarın Osmanlıcı, İslamcı ve Türkçü temalarla yürüttüğü kampanya, son kertede de yönetim modeli olarak da “tarz-ı Abdülhamid”i seçmiş görünüyordu. Gerçekten de “Ulu Hakan” hakkında giderek artan ve tarihçilerin de ortak edildiği övgüler bunun işaretleri sayılmalıdır.

• • •

10 Şubat’ta, Sultan Hamid’in vefatının 100. yıldönümünde düzenlenen toplantıda, Cumhurbaşkanı, konuşmasına Necip Fazıl’ın “36 Türk hükümdarı arasında belki de en büyüğü” dediği Sultanı övgüyle anıyor, sonra da uzun uzun “yeminli düşmanları”nın tarihi nasıl çarpıttıklarını anlatıyordu. Oysa -yine Necip Fazıl’ın ifadesiyle- “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktı”. Ortada “göz kamaştırıcı bir hazine” bulunuyordu ve arada çeşitli alanlarda farklar olsa da, Abdülhamid rejimi günümüzde de “öz, ruh, hatta kurumların çoğu” itibariyle “aynı” kalmıştı.

Bu tablo karşısında bizlere de şu soruyu sormak kalıyor: Bu görüş gerçekçi midir? “Yerli ve milli ittifak” gerçekten de bu ülkede “çağdaş” bir Sultan Hamid versiyonu yaratabilir mi?

Aslında toplumsal dönüşümleri tarihi nostaljiler değil, sınıfsal dayanaklar, sosyo-kültürel dürtüler belirler ve bu bağlamda çağının gerçeklerinden kopan iktidarlar bir noktadan itibaren en büyük muhalefeti de kendi bünyelerinde bulurlar. Türkiye’yi aşan küresel kapitalizm ve emperyalizm tartışmaları içinde ele alınması gereken bu konuyu ileriye bırakarak, bu yazımı iktidarın başlattığı anakronik Abdülhamid tartışmaları hakkında bazı gözlemlerle bitirmek istiyorum.

• • •

Cumhurbaşkanı, muhafazakâr çevreler ve bazı tarihçiler, tarihin çarpıtıldığına ve Sultan Hamid’in iftiralarla karalandığına inanıyorlar. Peki, Sultan’ın özel kaleminde (Mabeyn’inde) yıllarca çalışmış, kendisine en yakın olmuş şahıslar da bu “yeminli düşmanlar” arasında sayılabilir mi? Onların yazdıklarına ne diyeceğiz? Örneğin Mabeyn’de yılarca başkâtiplik yapmış olan Tahsin Paşa, Sultan hakkında şöyle bir tablo çizmişti:

“Sultan Hamid tam manasıyla müstebit ve mutlak bir hükümdardı. Kendi iradesi her kanunun fevkinde idi; onun arzusu ve iradesi hilafına bir şey yapılamazdı”. Tüm “gayesi hayat ve saltanat” idi ve “bu gayeyi tehlikeye düşüreceğini zannettiği her tehlikeye karşı son derece müteyakkız bulunur(du)” Din de bu konuda kullanılan bir araçtı ve Makam-ı Meşihat (Şeyhülislamlık) “her dakika şüphe ve tarassut altında” idi; Şeyhülislam “her an tehlike içinde” yaşıyordu. Üstelik bütün bunlar da bir ahlaki çöküş ile birlikte yaşanıyordu: “Memleketin en ücra köşesinden sarayın en kuytu noktalarına kadar her tarafına girmiş bir sefalet-i ahlakiye vardı ki bu nihayet bir sel halini alarak padişahı önüne katıp götürmüştü” (Tahsin Paşa; Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yay. 1996, s. 52-53, 103, 190).

Mabeyn’e daha sonra giren İsmail M. Mayakon da farklı düşünmüyordu. Ona göre de “(Sultan’ın gözünde) İmparatorluğun tek bir manası vardı: Nefsi Hümayun!”. Bu bağlamda din de tamamen siyasallaşmıştı: ‘Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset işiydi’. (Yıldız’da Neler Gördüm? İstanbul, 1939. s.43, 66). Görüldüğü gibi Abdülhamid “siyasal İslam” demese de, onu mükemmel bir şekilde uyguluyordu.

İşte “Devr-i Hamid” en yakınında olanların gözünde buydu. Oysa O düştükten sonra yaşananları daha da sivri bir dille yazmak, o dönemde susturulmuş, acı çekmiş olanlara düştü. Buna karşılık İttihatçı-İtilafçı kavgasının yarattığı düş kırıklığı içinde ona haksızlık edildiğini “itiraf” edenler, ona özlem duyanlar da çıkıyordu. Zaten Cumhurbaşkanı da anma törenindeki konuşmasını bu itirafçılardan birinin şiirini okuyarak bitirdi. Ne var ki seçimi çok da isabetli olmamıştı. Adını vermediği itirafçı şair, daha sonra da Sevr Anlaşmasını imzalayacak heyete katılacak olan Rıza Tevfik idi..