Kahramanımız Lee Chandler, sosyallikten muaftır. Al işte sorunlu adam demeyin, peşin peşin, dert kimdedir, bilemezsiniz. Türküsü bile var; “Açma, yaram derindedir, dermanını bilen gelsin” diye…

Derman bizdedir!

ALPER TURGUT

Ömürleri boyunca, birbirlerine Hayırlı Cumalar diye seslenen muhafazakâr ahali, referandum aşkına, son bir aydır, Cumamız mübarek olsun demeye alıştı resmen. Geçmiş Ramazanlarda, mahyalarda kocaman harflerle ışıldayan “Hayırda yarışınız” sözü bile kötü bir anı gibi, işte şimdi kimilerinde… Keşke geçmişi tek kalemde çizmek, yaşanmışlıkları silmek, salt kelime oyunlarında kalmasaydı, hayatın dayattığı onulmaz, kapanmaz acılarının unutulması da, bu denli rahat, basit ve hızlı olabilseydi. Evet sevdasına, keskin dönüşler yapıp, onca yıllık ezberlerini bozanlar, her şeyi Reyiz’e sabitlemekten de kaçınmıyorlar, ah ne güzel şeysin sen, ey çelişkiler yumağı... Evetçi cenah, sadece kendi kampanyasına asılsa iyiydi, ya da tatlı tatlı atışsaydı, şakalar yapsaydı, incetmeden takılsaydı rakiplerine… Ancak, fren yapamadılar, yine ve yeniden gerginlikte karar kıldılar, gökkuşağı gibi değişik renklerden oluşan ve milyonlarca insanın hür iradesiyle beden bulan hayır tayfasını, teröristlikle, vatan hainliğiyle, lobicilikle, yurdu batırmakla, maşalıkla, Şeytanlıkla suçlamaya başladılar.

Hah! Hayır diyenler arasında da, kantarın topuzunu kaçıran, aşağılayan, hakaret ve küfür eden, illa saçmayan yok mu? Elbette var. Troll zihniyetinin, evet veya hayır gibi bir derdi yok, kamplaşma işlerine geliyor. Zaten birbirlerine bu denli benzerken, neden iki taraf halindeler, anlayan beri gelsin.

Koskoca Osmanlı hanedanının bilmem kaçıncı kuşak torunu, üç kıtaya yayılan uçsuz bucaksız topraklardan, el kadar adacığı sahiplenmeye kadar düşürmüşse vitesini, cumhuriyet de neymiş, padişahlık varken, hem atamız Osmanlıdır bizim diyenlerin, bu trajikomediden ders alması gerekmez mi? Osmanlı güçlüyken, basitlik hakimdi, ne zaman çöküşe geçildi, işte o vakit borç paralarla saraylar dikildi. Fakirlerin düşlerinde bile göremeyeceği ihtişam için, hanedanın, kasayı boşaltması da yetmedi yani, harbiden uçan kuşa borçlanıldı. Bu kadim coğrafyanın geleceğini düşündüler mi sanıyorsunuz, vah vah zavallı kullarımız ne yapacak şimdi diye karalar bağladıklarını mı zannediyorsunuz? Valla aldanırsınız. İlle de miras diye tutturan bu hanım kızımız da, evet diyecekmiş. Evet skalasında, mangır bol, bina çok. Haydi, verin yarısını tüm mallarınızın, oh be, lafla ne kolay, yoksa aidiyet hissettiğiniz saltanata, ‘hayır’ mı diyeceksiniz. Çok ayıp!

Hayda, nasıl geldim şimdi buraya, oysa, vizyona giren ve beni çok etkileyen Manchester by the Sea filmine dair bir şeyler yazacaktım. Hah! Hatırladım. Unutamamak ve kendini affedememek üzerineydi çıkış noktam, hâlbuki halkım, kendisiyle hayli barışık, kafası oldukça karışık olsa da… Zorum ne benim, bilmiyorum, sizler için de mahcup olurum, sorun değil! Ah ulan vicdan, ne taşınmaz bir yüksün, hele hele bağzı memleketim insanının hicap etmek gibi bir derdi yokken… Belediyelerin kıskacına alınan Vezir Parmağı’nı, muhalif sinemacıların daraltılan alanını, hayırlara vesile olsun ve benzeri replikler kullanan dizilerin dahi kırmızıçizgilere yaslanmasını… Harbiden üstüne bik bik edilecek o denli çok şey birikiyor ki, ortalık toz duman olsa da, eski koşullar, iyice dibe vursa da, kültür ve sanat, kendine yeni mecralar bulmalıdır, ivedilikle.
derman-bizdedir-241633-1.
Kendini affetmemek, bambaşka bir zulümdür. Mevzu, hep kendini suçlamak ise, bunun pek tedavisi de yoktur. Seneler evvel, hani derdi ummana sığmayan insana, Büyük Marmara Depremi’nin ardından Gölcük’te rast geldim. Asla unutmadım, kahır dolu yüzüne bakmanın bile, iç acımasıyla karşılığını bulduğu adamı… Ben hiçbir şey sormadım, o başladı anlatmaya; “Yaz günü. İçki masasını kurmuştuk. Dostlarımız gelmişti, muhabbet ediyorduk. Rakı bitince, eşofmanlarımla içki almaya gittim. Üzerimde kimliğim dahi yoktu. O esnada deprem oldu. Eve koştum. Yıkılmıştı. Eşim ve çocuklarımı yitirdim. Ailemi kaybettim. İki veya üç gün sonra işyerime gittim, orası da enkaza dönmüştü. Evim, işim, eşim, çocuklarım, dostlarım, iş arkadaşlarım her şeyimi kaybettim. Günlerdir apartmanın enkazında ailemle çektirdiğimiz fotoğrafları arıyorum, bulamıyorum. Sevdiklerimin yüzlerini unutmaktan korkuyorum. Artık hissetmiyorum. Belki sonra ama şimdi değil. Ve sanırım en acısı hatıralarımı yitirmek olacak.” Neden ben ölmedim der gibiydi feryat etmeye çabalayan gözleri, yanıt veremedim, kelimeler tükenmişti, yapacak bir şey de yoktu, omzunu sıvazlamak ve ağlayınca sarılmaktan başka…

Manchester by the Sea filmini seyredince, neden beni neden bunca etkilediğini anladım, şu ana dek harcadığım ömrümün çoğu, acılara ve dramlara şahitlik etmekte geçmişti çünkü…

Hani güzelim Ahmet Kaya şarkısında der ya; “Avutulmuş çocuklar çoktan sustu / Bir ben kaldım bir ben kaldım / Tenhasında gecenin avutulmamış ben…” Ne avunmuş, ne avutulmuş, yakıcı, yıkıcı, yıpratıcı öykülerle, su gibi akıp gidiyordu, gaddar zaman, ah ulan! İnsanın hatayı, hep kendinde araması ve bulması, kapanmakta olan yaranın kabuğunu kopartması, asla ama asla unutmaması, naif bir duruş gibi görünse de, yardım çığlığını duymamak, kucak açmamak, yara saramamak, kabalık değilse nedir? İnsana dair en güzel hasletleri, umarsızca savurur ve yitirirken, başkalarının acısını görmezden gelirken, kendi kendine acı çekmeyi sürdüren bir cana, hangi mesafede duruyoruz acaba? Çocuk, faşizmi yanağında tanır der erken gidenlerden Ergin Günçe, ilk tokattan bu yana, takat mi kalır insanda?

Yine kafam gibi karmakarışık bir yazıya yol açtım, ne diyeyim, huylu huyundan vazgeçmez. Yönetmen Kenneth Lonergan’in üçüncü denemesinde, tutturmuş, üstelik sıkı tutturmuş. Yüreğe işleyen bir senaryo çıkmış ortaya, tıkır tıkır işliyor üstelik metin. Gangs of New York gibi, hayli beğendiğimiz bir filmin hikâyesini yazandan da bu beklenir. Abini sevmezdim ama sen bir başkasın be Casey Affleck… Hani beyazperde izin verse, gel bir kucaklayayım seni derdim, böylesi bir derdi, bir insanın, tek başına taşıyamayacağını söyleyerek… Tek kelimeyle, müthiş, ötesi yok! Akademi vermezse ödülünü, salla gitsin, heykelcik nedir ki, yüreklerimizi fethetmek de az buz değil!

Kahramanımız Lee Chandler, Boston’da kocaman bir sitede kapıcılık yapan bir hüzünlü adamdır ve sosyallikten muaftır. İnsanlarla kaynaşmak değil, onlardan uzak durmak gibi meyli vardır. Al işte sorunlu adam demeyin, peşin peşin, dert kimdedir, bilemezsiniz. Türküsü bile var; “Açma, yaram derindedir, dermanını bilen gelsin” diye… Yani o kadar kolay değil öyle, açılın ben hekimim demek. Bir gün acı bir haber alır Lee, tüm kederinin kaynağı, minik ve denize bitişik Manchester’a geri döner. Çok sevdiği, iyilik meleği abisini yitirmiş, vasiyet gereği, ergen yeğeniyle ilgilenmek zorunda kalmıştır. Sürgülediği kapıyı açmak, hayatına bir insan katmak, ne dileğidir, ne de yeridir. Yüzleşmek, hesaplaşmak, kaçtığın şeye enselenmek, devamında gelecektir. Bu ürkek ve istemeye istemeye atılan adımlar, pusun ve iliklere dek işleyen soğuğun içinde yolunu bulur mu, acının ve sancının yırtık gömleği, dikiş tutar mı, tutmaz mı, haydi hep birlikte görelim.

Bu filmi yazmak nereden esti? Uzun süredir aklımdaydı zaten, kendine dert diye, kıytırık şeyleri seçen ve hepimizi, kanırta kanırta hayatından bezdiren insanların giderek çoğalması… Dertli baş, ağır olur, gerçek elem, vakur durur. Gelin görün, bir gün gözler, sular seller, ertesi gün pür neşe, resmen çıkkıdı çıkkıdı… Arkadaş, sen deli misin? Yok! Amacın ne senin? Eee yok! Sabrımızı sınamak, akıllıca bir yol değil, çevrendekiler, aman be demeden, hani başka meşgaleler bulsan, az rahat dursan.

Elemana soruyorum, referandumda… Dur! Henüz suali tamamlamadım. Hayda… Bir dokun, bin ah işit! Tamam, sana iyi günler. Gardaşım, has trollerle mi uğraşalım, yoksa kendi hayatını trolleyenlerle mi? “Bir derdim var, bin dermana değişmem” diyenlere kulak vere vere büyüdük biz, gençliğimiz ise, “Vakti seherde, açılır perde, düştüğün yerde, derman sendedir / Düşmüşüm kaldır, mihnetim oldur, ağlarım güldür, derman sendedir / Benim biçare, kaldım avare, yürek pür yâre, derman sendedir” diyene yana yana… Öyle ya da böyle, memleket derdine, başka bir dünya mümkün derdine düştük. Sanal dertlere değil, gerçeğine uzatacak, uzanacak ellerimiz var. Hala ve inadına…

Hayır diyenlerin hepsiyle aynı fikirde değilim ha, olmak zorunda da değilim. Ancak kafamın bastığı, yüreğimin el verdiği az ama öz insanlara bakıyorum, illa hayır diyorlar. Bu benim için kâfi. Çünkü evet diyenler içerisinde, gelecek güzel günlere, mutlaka bir ömür adanmalı diyecek olanları, aradım aradım, gerçekten bulamadım. Çıkarlarımız için, gündelik kazançlarımız için, yarınları ıskalamak, gelecek kuşaklara, ayıp etmek demektir. Tereddüt etmek yok, linç çağı yerine, bilinç çağı yolcularına eşlik etmek, umudu hep yeşertmek, seçim değil, en insani görevdir. Kendimce anlatıyorum tek tek, sorana söylüyorum, dinlemesini bilene, elbette… Ve bu tuhaf yazıyı, Pablo Neruda Abimiz ile bitirmek isterim; “Ah ne imrenilecek şey hayır demek, hayır hayır hep hayır…”