Latinceye bakılırsa tarih ile hikayenin kökleri aynı. Tabii benim seni bir ‘film’ karesi olarak gördüğüm o pazar sabahının hikayesi apayrı

Dersaadet’te bir Mevlüt

Pazar sabahı Beyoğlu diye bir yer var mıdır? Ya da şöyle sormalı, Beyoğlu ne zaman Beyoğlu’dur? Bu sorunun yanıtını şimdi olsaydı Çakır bilirdi ancak, adıyla sevdiğimiz Çakır yani, Sait. Sıraselviler’in İstiklal Caddesi’ne ödünç verdiği kahvenin adı Eftalikus muydu, hani şimdi yerinde büfeler olan kahve? Hani yıllar yılı heyecandan, elimi alnıma siper edip içeri bakamadığım? Yüreğim mi ağzıma gelirdi yoksa oracıkta düşüp...

Meğer sen bir gün ‘tarih’ olacakmışsın, ben de tutup bunun ‘hikaye’sini yazacakmışım. Latinceye bakılırsa tarih ile hikayenin kökleri aynı. Tabii benim seni bir ‘film’ karesi olarak gördüğüm o pazar sabahının hikayesi apayrı.
Hep karıştırırım, hangisi filmi çeken hangisi müzikleri yapan? Emir Kusturica ile Goran Bregoviç’ten söz ediyorum. Müzik filmi nasıl da uzatıyor, sürdürüyor. Çingeneler Zamanı sanki bir Balkan müzikali gibi ya da Çingene senfonisi gibi matine-suare sürekli.

Klişenin güzel olduğu zamanlar, anıların güzel olduğu zamanlar olabilir. O pazar sabahı sen ve arkadaşların ve elbette “otomobil uçar gider”in Amerikan versiyonu olan o uzun ya da kuyruklu, hemen hiç otomobil markası bilmem, Cadillac benzeri diyelim araba, hepiniz birlikte, ‘sanki bir Kusturica filmine yetişiyor gibiydiniz!’

Sonra başka filmler de çıktı, başka icatlar çıktı gibi dediğimin farkındayım, ama hiçbiri Çingeneler Zamanı ile başlayan o ‘iptila’nın yerini alamadı. Müptelası olduğumuz bu Balkan melankolisinde çünkü ‘zamanaşırı’ bir şeyler vardı. Şimdisi olmayan filmlerdi hepsi de, bizim de şimdimiz olmadığından olmalı bu filmlerin duygusunun bize bulaşması. Dikkat ederseniz, duygusunun bize geçmesi değil, daha ağır bir şey söylediğim.

Bu bir hikaye, fakat biraz mektup, biraz deneme, biraz da başka kitaplardan alıntı var içinde. İlk alıntı, belki ikincisi de olur, Nilüfer Kuyaş’ın Karasevda Kitabı’ndan (Can Y.,2015). ‘Koyultu’ sözcüğüyle ilgili: “Nerval’in kara güneşi, Baudelaire’in buzdan güneşi, aynanın içindeki gölge tarafımız, sanki ayın görünmeyen, karanlık yüzü. Ben buna ‘koyultu’ ismini verdim.” (s.65) Baudelaire’i okuyunca bu koyultunun onda ‘melankolik bir yaşama arzusu’na dönüştüğünü, doymaz bir özlemle, acılıkla karıştığını yazıyor.

Koyultu, kıvamını bulmuş bir sözcük. Sema Kaygusuz anlatısı Karaduygun’da(Doğan Kitap) ‘melankoli’nin içrek lehçesini bulmuştu. Karaduygunlu koyultumuz ya da koyultulu karaduygunumuz bundan, Balkan’dan.
Uzun bir giriş oldu ama sen Yılmaz Güney filmlerinden alışkınsındır. Senin için sinemasal bir giriş yapmaya bile çalıştığım söylenebilir. (Bu arada herkesin seni tanımasını ister miydim bilmiyorum, bu düşüncenin de niye tam burada ve şimdi aklıma geldiğini de bilmiyorum. Aziz Nesin öyküleri, Orhan Kemal romanları ve Kemal Sunal filmlerinin ortak kahramanı nasıl olurdu diye bir an zihinlerinde, gözlerinde canlandırmaya çalışsınlar, seni tanırlar. Ben bu üçünün ortak yapımı olan benzersiz tipin nasıl bir şey olacağını pek canlandıramadım da.)
Sanki sesi kapatılmış bir... Aslında kocaman bir düğmeden başka bir şey değilmiş gibi bir... Sessizlikten söz etmenin bile gürültü uyandıracağı bir... Pazar sabahı.

Sıraselviler’de üç yolun ağzına bir taht ya da saltanat koltuğu gibi kurulmuş, içinde Nazım Hikmet Vakfı’nın da bulunduğu Hrisovergi Apartmanı’nın tam önünde kayar gibi giden kuyruklu otomobilin içinden gelen bir ses oldun o sabah ve ben duydum. Sesini duymasaydım, o garip, neredeyse fantastik ve başından beri yazmaya çalıştığım film karesi gibi sahneyi asla göremezdim. Sanki bir ‘hayalet film’ çekiliyordu.

Bazen ya da bazı hayaletler de diri gibi görünür insana. Hayaletine razıyken dirisini bulmak, görmek böyle bir duygudur. O zamanlar Türkçede Paul Auster yayımlanmıyordu sanırım. Gerçi ben yayımlandıktan yıllar sonra okudum, herhalde biraz biriksin de öyle okurum diye mi, pek emin değilim. Neyse, böylece karıma biraz hak vermiş oldum okuyunca. Tutturunca gidiyormuş. Sarınca kavrıyormuş. Yakalayınca bırakmıyormuş. Ama Paul Auster’dan hikayenin sonlarına doğru söz edecektim, erken oldu.

Yüzün mü uzundu boyun mu, galiba yüzün boyundan da uzundu ve ‘karikatür’ gibi yürürdün. Bak bu nasıl bir şey tarif etmeye çalışayım. 1960’larda Hürriyet’te çıkan Amerikan bandlarındaki paytak yürüyüşlü komiğin Türkiye’ye yerleşmiş hali gibiydin.

O otomobilin içinden gördüklerim, senin sesin, sonra sesini daha iyi duyurmak için camdan dışarı doğru uzatmaya çalıştığın kolun, galiba kırmızı bir gömlek giymiştin o gün, ama kırmızı bir duygun yoktu o sabah, onu gördüm diyemem, ve bunları ben uyduruyorum kuşkusuz, ama 25 yıldır hep aynı sahneyi uydurduğuma bakılırsa bayağı iyi uydurduğum da söylenebilir, ve tabii artık buna uydurma değil gerçeğin yeni bir biçimi, boyutu, hali vb. denebilir. Sanki bir ayak-bacak fabrikası görmüş gibiyim. Sana da anlatmıştım aynen bu deyimle, otomobilin camından dışarı ayaklar bacaklar, eller kollar, kafalar sarkmış gibiydi.

Senin sesin bunların arasından dışarı çıkmayı, daha doğrusu yol bulup kaçmayı başardığı için bu ‘tarihi hikaye’ yazılıyor işte. Ben hikayeci olacağımdan değil, sen “güzel suçlar işledin, bir tarih ol” artık diye. Ergin Günçe hocamızdı ODTÜ’den, sen o zaman tanımıyordun, şimdi karşıda kampus varsa orada görüşüyorsunuzdur, sana bu dizesini de anlatır.

“Dersaadet’i açıyorum haftaya!” diye bağırdın.
Dersaadet. Biz taşradan gelmiştik. Sen Kayseri’den, ben Eskişehir’den Ankara’ya, ODTÜ’ye. Ve işte Dersaadet’te buluşuyorduk. Saadet kapısı bize de açılıyordu sonunda.

Otomobil uzaklaşırken duydum sormadığım sorunun yanıtını:
“Piyangodan para çıktı!” diye bağırıyordun.
Piyangodan bir şehir çıkmış gibi, saadet çıkmış gibi, başka çıkmasını istediğiniz ne varsa buraya yazın lütfen siz de:...................

Doğruymuş. O zamanlar okuyor olsaydım, Paul Auster kitabından çıkmıştır derdim. Şans Müziği kitabını hatırladım yıllar sonra, onu okumuş ve ısınmıştım romancıya. Ne tuhaf o kitabın anlattıkları senin de kaderine yazılacakmış.
Ne tarihmiş, ne hikayeymiş, ne film ne de rüyaymış, bunların hepsi gerçekmiş. O pazar sabahı da, kim bilir kaç sinemacı ve set işçisiyle birlikte doluştuğunuz araba da, piyangodan para kazandığın da, bilmem neden 160 bin lira yakıştırmışım ödül tutarına, ve bu parayla Dersaadet adlı bir meyhane açacağın da, yıllar yılı pek çok arkadaşımız gibi benim de Dersadet’in müdavimi ve müptelası olacağım da...

Dersaadet, Saadet Kapısı ilk kez açılmıştı belki sana. Birkaç basamakla inilirdi ve yaz akşamları içerisi hafif karanlık kokardı, biraz ürkerdim. Bu beklenmedik şanstan ürkerdim galiba senin adına ve kaygılanırdım. Sanırım o yüzden de çok sık gelirdim, gelirdik şairlerle, yazarlarla, dostlarla birlikte ve ne tuhaf aynı şeyler de olsa saatlerce anlatırdık birbirimize. Benim için de saadet kapısıydı orası. Kapandı.

Sen kendini erkenden ölüme kaptırdın. ‘Demiştim sana oğlum’ der ya yakın arkadaşlar birbirlerine, hatta daha çok yaşarken değil, biri gitmişken, ama hala buradaymış gibi konuşurlar onunla, ‘demiştim sana oğlum’. Ben sana böyle dememişimdir hiç, şimdi diyeyim öyleyse: Ah Mevlüt, Paul Auster’ın Şans Müziği’ni okumalıydın! O zaman hayatla da ölümle de kumar oynanmayacağını anlardın!

Kötü bir bitiş oldu, kıssadan hisseli filan, nasıl bitireceğimi bilemedim işte. Acı böyle bir şey. İnsan acıdan bir gün ölebilir de, birdenbire gülebilir de!