Hozat’ta başlayan yangına tam 13 gün boyunca hiçbir müdahale edilmedi. Bu basit bir şekilde “Manavgat yangınına da müdahale edilmedi” argümanıyla açıklanacak bir durum değil elbet. Zira Ege ve Akdeniz yangınlarında devletin beceriksizliğini gördük; Dersim/Tunceli’deki yangınlarda ise devletin görmezden gelişini...

Dersim tartışmaları ve mağaranın tavanı

SERHAT HALİS

20. yüzyılın en bilindik tarihöncesi uzmanlarından Emil Cartailhac; uzun yıllar Üst Paleolitik Çağ insanının estetik ve sanatsal faaliyetlerini yadsıdı. Ona göre özellikle mağara resimleri, Paleolitik Çağ insanına ait olamazdı. Cartailhac, bu resimlerin “modern” insan tarafından mağaralara çizildiğini iddia ediyor ve hiçbir taş devri insanının böylesi bir sanat eseri yaratamayacağına inanıyordu. Cartailhac uzun yıllar bu iddiasında ısrar edecekti.

Ancak sert gerçek ve ortaya konan kanıtlar, bir bilim insanı olan Cartailhac’ı ikna etmeye yetti. 1902 yılında “Bir Kuşkucunun Özrü” isimli makalesini yayımlayarak; mağara resimlerinin bir kurgu olduğu yönündeki görüşlerini ilga etti ve kamuoyundan özür diledi.

Kuşkusuz böylesi bir özür, bilimsel erdem ve ilerleyiş için elzem bir manivela. Avrupa’da bilim, tam da geçmişin özrü ve ilgası üzerinden yeşerdi. Anadolu ve Orta Doğu’da ise özür dilemek, Occam’ın usturasıyla yanlış fikirlerini kesip atmak; hiçbir zaman yaygın bir gelenek olamadı. Hatta buradaki ustura, daha çok insan kesmek için kullanıldı.

Bugünlerde tıpkı Cartailhac gibi bilim insanı olma kaygısı taşıyan akademisyen bir arkadaşımla, tam da mağaralarda bulunan kanıtlarla ilgili bir tartışma yürütüyoruz. Bahsettiğim mağaralardaki bulgular, Üst Paleolitik Çağ’a tarihlenen resimler değil elbet. 1938 yılında Laç Deresi’indeki mağaralarda katledilmiş insanlara ait kemiklerden bahsediyorum. 2015 yılında bir grup araştırmacı bu mağaralara ulaşmayı başardı ve onlarca kişiye ait olduğu anlaşılan insan kemiğiyle karşılaştı. Ancak bu kanıt bile akademisyen arkadaşım için bir anlam ifade etmedi.

Türkiye’deki akademilerin durumunu göz önüne alınca; bu yaklaşımın, bu atmosfer içinde “normal” olduğunu kabullendim ve bu arkadaşımdan Cartailhac’ınkine benzer bilimsel bir yaklaşım beklememem gerektiğini anladım. Bu tartışmayı son günlerde alevlendiren ise, Hozat’ta başlayan ve tam 13 gün boyunca hiçbir müdahale edilmeyen orman yangınındaki gerçek alevler oldu. Bu basit bir şekilde “Manavgat yangınına da müdahale edilmedi” argümanıyla açıklanacak bir durum değil elbet. Zira Ege ve Akdeniz yangınlarında devletin beceriksizliğini gördük; Dersim/Tunceli’deki yangınlarda ise devletin görmezden gelişini...

Üstelik bu görmezden geliş yeni de değildi. Örneğin son 10 yılda Dersim’de yüze yakın orman yangınına hiç müdahale edilmedi. Tarihinde ilk kez bir uçak, yangına -13 gün sonra da olsa- su dökmek için Dersim semalarında göründü. Peki, buraya üvey evlat muamelesi yapılmasının, ısrarla görülmeyişinin nedenleri neydi? Kuşkusuz tarihte aramak gerekir bu soruyu.

Genellikle yaygın inanç ağının dışında kalan gruplar, zamanla inançlarıyla özdeşleşen bir etnik formasyon haline gelirler. Tarihte buna sıklıkla rastlanılır. Özellikle heterodoks inançlar, yaygın ortak geleneklere sahip diğer toplumlar içerisinde, kendini muhafaza eden küçük etnisitelere dönüşürler. Tüm Ortaçağ buna ev sahipliği yapan çok sayıda örnekle doludur. Bu gibi topluluklara “etno-dinsel” gruplar demenin doğru olduğu söylenebilir. Dersim; “Türklük”, “Kürtlük” ve “İslamlık” dışında kalan yapısıyla tam da böyle bir geçmişi temsil eder.

Bu toplumlar, çevredeki ortodoks toplumlar tarafından çoğu zaman dışlanır, isimlerine pejoratif anlamlar yüklenir ve “katli vacip” olarak tanımlanır. Bu bağlamda Osmanlı’da “Kızılbaş” terimine yüklenen anlam ve Alevilere yönelik çıkarılan Şeyhül İslam fetvalarına bakmak; Dersim meselesinin özünü anlamak için gerekli ilk durağı oluşturur.

Dersim, Osmanlı’dan günümüze, Anadolu’da baskın olan sosyal ve siyasal profilin dışında kalmış bir bölge. Bu özelliği onun hemen her dönem açık bir hedef haline gelmesine neden olmuştur. Dersim’in tarihi bu yüzden büyük acılarla doludur. İnançsal, kültürel ve siyasal refleksleri; Çaldıran’dan şimdiye kadar, kendisini çevreleyen Müslüman topluluklar ve iktidarlarla yaşadığı, kimi zaman açık kimi zaman ise örtük çatışmaların izlerini taşır.

Bu izler kendisini 1938’de de gösterir. Dersim kavramsal olarak “cumhuriyet fikrinin” ve “laikliğin üzerine bina edileceği en verimli tabana sahiptir Anadolu’da. Siyasal İslam’la olan çelişkileri onu buna zorunlu kılar.

Bunu anlamak için; Türk ve Kürt resmi ideolojilerinin hem Dersim tarihine, hem de Dersim 1938’e dair yazdıklarının köklü bir reddine ve yeni bir nesnel okumaya ihtiyaç var. Kurguda türdeş olan bu milliyetçiliklerin yazdıkları, gerçek dışı argümanlarla örülmüş ve birbirlerini besleyen bir içeriğe sahip.

Bu bağlamda Dersim, siyasal İslam’la uzlaşmaz, tarihi bir noktadır. Üstelik bu özelliği Cumhuriyet öncesinden günümüze kadar uzanır. Dersim bugün yirmi yıllık iktidarı boyunca AKP’nin milletvekili çıkaramadığı ve tarikat, cemaat, kuran kursu ve benzeri “organizasyonların” taban bulamadığı tek il. Siyasal İslam’ın bugün Dersim’de yanan ormanlara, oraya gerekli devlet yatırımına kör olmasının nedeni bu. Tam da bu noktada okuyucunun ilk kez duyacağı tarihi bir gerçeğe vurgu yapmak durumundayız: 1938’de Dersim’de yaşananlar “siyasal İslam”ın eseridir.

19 Eylül 1937’de, Ankara’dan İstanbul’a hareket eden trende alınan kararla İsmet İnönü’nün başbakanlığı fiiili olarak sona erdi. Yerine, gençlik yıllarına kadar bir şeriat kanunu hocası olan babasının yanında yetişmiş olan Celal Bayar getirilir. Bayar, laikliğe sıkı sıkıya bağlı İnönü’nün aksine, laiklik fikrine her zaman mesafeli olmuştur.

1 Kasım 1937’de resmi olarak başbakanlığa getirilen Bayar, İnönü’nün aksine Dersim meselesinde harekât düzenlemek konusunda ısrarcıdır. İnönü Dersim’e olası bir harekâtın mezalim olacağını ifade eder ve Dersim meselesini bitirir. Ancak Celal Bayar, Nakşibendi mensubu olan dönemin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile birlikte “Kızılbaş Dersim’e” karşı şiddetli bir askeri harekât başlatacaktır. Kısacası, Dersim 1938’de yaşananlar “siyasal İslam”ın köklü alevi düşmanlığıyla ilişkilendirilebilir.

Daha sonra Adnan Menderes’le birlikte CHP’ye karşı savaş açacak olan Bayar, Demokrat Parti’yi kurarak, Türkiye’de siyasal İslam’ın legal siyasete bulaşmasına ön ayak olacaktır. Siyasal İslam bu yolla DP’den AP, Refah Partisi’ne oradan AKP’ye kadar uzanan organik bir zincir oluşturur. Bu bağlamda Celal Bayar günümüz AKP’sinin ağababalarındandır. AKP Celal Bayar’ın CHP’ye karşı başlattığı savaşta, zincirin son halkasını oluşturur. Bugün iktidarın, Dersim’de yanan ormanlara da, oraya yönelik destek ve yatırımlara da kör olmasının nedeni budur.

Körlük demişken; Paleolitik’teki mağara resimlerine geri dönelim. 1878 yılında Kuzey İspanya kıyılarında, arkeolojik çalışma yapmak üzere Altamira Mağarası’na giden Don Marcelino Sanz de Sautualo, o gün beraberinde küçük kızı Maria’yı da götürür. Babası başı önünde mağara tabanında kazı yaparak bir şeyler bulacağını umarken, küçük Maria yüzünü tavana diker ve böylelikle paleolitikten beri o mağaranın tavan��nda asılı olan bizon resimleriyle karşılaşır. Maria tarihin gördüğü en küçük kaşiftir. Yıllaca mağaranın tabanında gerçeği arayan babası ise, bakış açısını çevirip mağaranın tavanına bakmayı bile düşünmemiştir.

Gerçeğin keşfi de tıpkı küçük Maria gibi bakış açımızı değiştirmek ve bize sadece bir yöne odaklanmayı emreden perspektifin dışına çıkmakla mümkün olur. Dersim tarihine dair gerçeği anlamak da, ancak mağaranın tabanına bakmayı bırakıp, perspektifimizi tavana çevirmekle olanaklı olacaktır.

Bu çalışmanın hacmi içerisinde, örnekler ve nesnel kanıtlarla meramımızı uzun soluklu anlatmak olanaklı değil. Ancak bu girizgâhla okuyucunun kulağına kar suyu kaçırmak ve Dersim tarihine dair doğru olduğu düşünülen bir kısım yanlışa ışık tutmaktır hedefimiz. Kim bilir, hedefine ulaştığı oranda Dersim’in dört dağ içinde değil, üç dağ içinde olduğu gerçeğiyle bile karşılaşırız belki.