Takım tutmayana anlatmak zordur ama bu iş biraz din gibidir. Tek fark genelde dinimizi seçmeyiz ama takımımızı seçebiliriz. Lâkin takımdan dönmek de aynı dinden dönmek gibi pek iyi karşılanmaz. O yüzden bu karar küçük yaşlara denk düşer. “O takımı” nasıl tuttuğumuz; hayatımızı o renklerle nasıl birleştirdiğimiz evlilik gibidir. Bazen tam anlamıyla aşka düşeriz. Rengine, stadının yeşiline, bir çalımına, bir frikiğine sevdalanırız. Ve artık o saatten sonra gözümüz başka birini görmez. Mantık aramamak lazımdır, sonuçta aşktır. Toz kondurmayız aşkımıza. Bizce en güzel O bakar, en güzel O oynar, en büyük O’dur. Dil uzatan olursa kanımızın son damlasına kadar savaşırız. Bazense bu birliktelik “görücü usulü” olur. Dayımız, amcamız, babamız, mahallenin ağır abisi bize uygun gördüğü aşkı tanıştırır bize. Bu ilişki şekli bazen tutar sonsuz olur, bazen tamamen “mantık evliliği”dir. Meşhur tezahürattaki gibi son bulur: “Amcam istedi Fenerli olayım, dayım istedi Cimbom’u tutayım. Alayına isyan Beşiktaşlıyım…”
Benim hikâyemse bir kız çocuğu olarak tahmin edileceği gibi biraz farklı gelişti. Bizimkisi besbelli zor aşktı. Kız çocuğu futboldan anlamazdı zaten oynayamazdı da. Futbolcu kartı biriktirmez, gazete küpürü kesmez, top sektirmez, gol atan kaleye oynamazdı. Alman kaleden haberi olamaz olsa olsa kaleci olmayan Japonkale maçlarında Abdurrahman Çelebi muamelesi görür ya da “ortada sıçan”da hep ortada olabilirdi.

Yıllar böyle sürekli erkeklerce test edilerek geçti. Memleketin ataerkil yapısının kategorisel kafası “erkek işi” diye gördüğü her şeyde egemenlik sağlamaya çalışırken ben de kenardan takımımı seviyordum. Bakın bu kısım mühim çünkü o zamanlar tam bir taraftardım. Takımımı bilir, onu sever; dil uzatanla kavga eder, diğer takımları karalardım. Adı üstünde taraf – tardım, tarafım vardı ve o taraftaki yerimi asla değiştirmezdim.

Taraf-tar olmayı bırakıp futbolsever olmam ise yolumun Beşiktaş ile kesişmesine denk gelir. Galatasaraylı halimle yıllarca Beşitaş tribününe misafir oldum. Hem de öyle ara sıra değil kombinemi alıp kar – kış demeden her maça. Hani geçen günlerde Başakşehir – Trabzon maçında küçük bir arkadaşımızın Trabzon formasını çıkarttırdılar ya. Hiç gelmedi başıma öyle işler. Galatasaraylı olduğumu saklamadan tribün arkadaşlarımla omuz omuza bağırarak geçti yıllar. Belki forma giymeden ama Avrupa maçlarında bayrak sallayarak geçti. Hep birlikte galibiyet dublesi içip, malubiyete üzülerek… Ve elbette meşhur Beşiktaş – Liverpool desibel rekorunun içine de sesimi katarak.

Beşiktaş – Leipzig maçında kulaklarındaki rahatsızlıktan dolayı stadın gürültüsüne dayanamayıp oyundan çıkan Timo Werner’i görünce de aklıma o gün geldi. Bir arkadaşımın tribünde çekip sosyal medyada paylaştığı fotoğrafta gördüğüm Galatasaray formalı futbolseverleri görünce daha da umutlandım. Kim bilir kaç futbolseverin sesi katıldı o sese diye düşündüm. Birer birer de olsa en azından Avrupa maçları için de olsa bir arada olmak, birlikte coşmak güzel şey!