Özellikle Ahmet Şık, Nedim Şener ve başta Soner Yalçın tüm Odatv gazetecilerinin duruşmaları Türkiye’de despotik yönetimin toplumu boyunduruk altına alma sürecinin çözümlemesi için açık bir örnek oluşturuyor.

Bir grup insan var; herkes onlara haksızlık edildiğine inanıyor. Uzmanından okur yazarına hemen herkes onlara uygulananın açık bir hukuksuzluk olduğunda hemfikir. İktidar hukukun üstünlüğünü vaaz ediyor ve muktedirin hukukuna göre bile bu insanların en azından tahliye olmaları gerektiği yazılıp söyleniyor.

Her duruşma öncesinde başta tutuklular ve aileleri olmak üzere kamuoyu ‘bu kez’ tahliye edileceklerine kesin gözüyle bakıyorlar. Duruşma salonundan canlı haber akışı sosyal medya ve haber kanallarında ön sırada izleniyor. Hakimin herhangi bir sözü tahliyeye yoruluyor; öyle ki tutuklular bile ‘bu kez’ salıverileceklerini ummaya başlıyorlar, hakimlerle, izleyicilerle şakalaşmalar yapılıyor. Odatv örneğinde insanlar Hopa davasındaki salıverilmelere güvenmeye başlıyorlar. Öyle ya demek ki olabiliyor, demek ki hukuk adalet dağıtabiliyor umutları yeşerip duruyor. Ardından hakimler ara verip, dönüyorlar ve yine tahliye talepleri reddediliyor!

Bir hayal kırıklığı dalgası silip süpürüyor umutları. Birkaç öfke dolu feryat direniş sloganlarına karışıyor ve ardından tutuklular koğuşlara, yakınlar ve izleyiciler yalnızlıklarına dönüyorlar.

Aynı anda daha birkaç yıl öncesinin en güçlüsü sanılan kulağından tutulup, kodese atılıyor ve düne kadar devlet yanlısı oldukları için kaçakçılık yaptırılanların başına bomba yağdırılıveriyor.

Despotun temel vasıflarından biri göz göre göre haksızlık etme yetkisini tekelinde toplaması ve herkese bu gücünü en olmadık anda bile göstermesidir.

Açık haksızlık karşısında eli kolu bağlanan, hayal kırıklığına uğrayanlar giderek daha çok yalnızlaşırlar. Yalnızlık sayı ile ölçülen bir hal değil. Kimi zaman yüzlerce, binlerce insan kendilerini toplu olarak yalnız hissedebilir.

Hayal kırıklığıyla beslenen öfkenin ardında çaresizlik duygusunun girdabı dönmeye başlar. Çaresizlik hissi yoğunlaştıkça iki yol açılır. Teslimiyet ve kendine kızma. Kendine kızma çünkü despot kendisiyle hemen aynı durumda olan bir başkasını salıverirken kendisini tutmaya devam etmektedir.

Despotun öngörülemez ve anlaşılamaz affetme/ cezalandırma seçimleri karşısında, ‘neredeyse aynı olmamıza karşın neden onu affedip beni cezalandırmaya devam ediyor’ soru işaretinin çengelinde asılı bulur kişi kendisini. Öfke, ilkin affedilenlere ardından sürüp giden haksızlıklara tanık olanlara yönelir ve ardından da kendisine döner.

Aynı süreç affedilenler ve tanıklarca da cezalandırılana yönelmeye başlar. Acaba duruşmada öyle demese miydi, acaba hiç değilse bir kravat takıp da mı çıksaydı, acaba savunmasında biraz daha yumuşak bir dil mi kullansaydı, kuşkuları zihinleri esir almaya başlar.

Her duruşma bu dinamiklerin biraz daha güçlenmesine, yaygınlaşmasına aracılık eder. Bu süreçte giderek despot öfkenin hedefinden çıkmaya, tersine şefaati dilenecek bir kadiri mutlaka dönüşmeye başlar.

Despotik boyunduruğun güçlenmesini sağlayan ikincil süreç ise boyun eğenin, teslim oldukça ödüllendirilmesidir. Despota karşı çıkanlar, onun ilgisine mahzar olamayanlar zulüm görürlerken, tabi olanlar ikbal aldıkça, despotun gücü katlanarak artar. Despot ‘ormanda on kaplan gücünde’ görülmeye başlanır, mistifiye edilir.

Kulakları çınlasın İlyas Başsoy’un ‘Selim Türkhan’ı ile konuşsanız size despotun aslında ne kadar vefalı bir ‘Baba’ gibi olduğunu, evlatlarının refahı için canını dişine takıp, ameliyat yatağından bile ülkeyi yönettiğini, koskoca Amerikan Başkan yardımcısının yatağının dibine kadar gelip fikrini aldığını, bütün Arap coğrafyasının ağzının içine baktığını, bıraksalar 3 ayda bütün Avrupa’nın ekonomik krizini şıp diye çözüvereceğini anlatır. Doğrudur, Selim Türkhan’lar tam da öyle düşünürler.

Ama mesele Selim Türkhan olmayanların despot karşısında ne yapacakları. O da çok karmaşık değil; zulmün mağduru değil muhatabı olduğumuzu unutmamak. Yoksa ya Selim Türkhan’laşılır ya da liberaller gibi ‘nankörlük etme baba’ diye ağlaşmaya başlanır.