Homeros Odysseia’da tanrısal savaşçı Odysseus’un destansı yolculuğunu anlatır. Bu yolculukta Odysseus’un başına gelmeyen kalmaz. Nihayet yirmi yıl sonra denizci dostları onu uyandırmadan, doğduğu İthaka adasında bir zeytin ağacı altına bırakırlar. Odysseus uyanınca üzerindeki büyüden midir nedir, gözüne her şey farklı görünür. Yirmi yıldır hayalini kurduğu memleketi aynı yer midir? Zeytin ağacı bile başka bir ağaç gibidir. O mu değişmiştir, yoksa ağaç mı, yoksa her şey mi?

Yirmi yıl o çağlarda bir ömür. Şimdi bile azımsanacak süre değil. Biraz erken sevdalanan çiftlerin yirmi yaşında çocukları oluyor. Yetmişlerde duvarlara yumruk yıldız çizen bir gencin, şu anda aynı yaşlarda torunları var.

***

Türkiye’de sağcılık İmam Hatipler, hemşeri dernekleri ve tarikatlar üzerinden yükseliyor. Bir başka grup insan da Galatasaray Liselilik, Kabataşlılık, Mülkiyelilik, Boğaziçililik veya ODTÜ’lülük gibi “birlik”lerle birbirine omuz veriyor. Yaygın bir başka “birlik” daha var: “Dev Yolculuk”... Devrimci Yolculuğun, örneğin Mülkiyelilik gibi bir “okula” giriş kaydı veya diploması yok. Bu nedenle biri çıkıp “Ben eski Dev Yolcuyum” dediğinde kimse ondan belge istemiyor.

Bu yazıyı az konuşulan bir konuya dikkat çekmek için yazıyorum, geçen yüzyıldan beri devam eden tartışmalara katılmak için değil. Dev Yol’un yetmişlerin en kalabalık gruplarından biri (belki de birincisi) olması, benzer ideallerde farklı isimler altında birleşmiş güzel insanları dışlama hakkı da vermiyor kimseye.

***

Devrimci Yol’un çıkış bildirgesiyle 12 Eylül cuntası arasında dört yıldan az bir süre var. Cuntayla birlikte Devrimci Yol’la ilgisi olan herkes işkence odalarına ve zindanlara atılıyor. Ben 12 Eylül’de dokuz yaşındayım, on yıl sonra üniversiteye gittiğim dönem işkencede veya zindanlarda düşmeyen mahkûmların birer birer serbest kaldığı dönem.

Doksanlarda ton farkları, renk farklarına dönüşüyor. Kürt, Ermeni, Laiklik, Kemalizm, özgürlük ve özgürlükçülük gibi konu başlıkları pek çok kişiyi değişik yönlere dağıtırken, başka siyasi geçmişlerden pek çok kişiyi de çağırıyor. İnsanların enselerinden vurulduğu, asit çukurlarının bulunduğu, kafelere bomba atılan kapkaranlık yıllar. Deprem, milenyum, kriz derken bir bakıyoruz ikibinli yıllara girmişiz. Ratingi yüksek ama kalitesi hayli düşük yerli dizinin bu sezonunda İslami sermayenin yükselişi, ittifakları ve ihanetleri var. İkibinlerden hiçbir şey anlamıyoruz zaten ve kaşla göz arasında 2010 geliyor. Bu sezonda sosyal medyayla tanışıp, avuç içi kadar ekranlara gömülüyoruz. Kafamızda binbir yavru kedi koşuyor, Ayasofya’nın önünde tekbir getiren adamın kızı Sultan Ahmet’in önünde dans ederek Tik Tok videosu çekiyor. Sözcükler yerini emojilere bırakıyor, bu yüzden ne kadar az yazarsan yaz çok bulunuyor.

***

Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanındaki boza satıcısı Mevlut Karataş, 1960’larda başlayan İstanbul yolculuğunun son yıllarında, uçsuz bucaksız bina tarlalarına bakıyor. Kafası fırtınalı denizlerden memleketine dönen Odysseus kadar tuhaf. O şehre bakıyor, şehir ona. Bunca binada kim oturuyor, ne yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar? Mevlut şehri tanıyor mu, şehir Mevlut’u tanıyor mu?

Türkiye’nin neresine gidersek gidelim bozacı Mevlut’le aynı yaşlarda Devrimci Yolcular çıkıyor karşımıza. Peki kim bu insanlar? Onlar da Türkiye’ye Bozacı Mevlut gibi tuhaf tuhaf mı bakıyorlar? Evlendiler, boşandılar, borçlandılar, çocukları oldu, belki düğünde gelinlerine altın taktılar… Tüm bu yıllar boyunca türlü çeşit yabancılaşmalar yaşarken, yine de bir birlik içinde hissetmelerini sağlayan neydi?

Devrimci Yol sadece siyasetin dar kalıplarıyla tanımlanabilir mi? En faal dört yıllarının üzerinden kırk yıl geçmiş insanlar daha uzun cümleleri hak etmiyor mu? Türkiye’nin (ve dünyanın) her yerindeki sayıları milyonu geçebilecek Devrimci Yolcu’nun ortak bir tarifi yapılabilir mi? Bir kültür, bir gelenek, bir terbiye olarak Dev Yolculuk’tan bahsedebilir miyiz?

***

Uzun zamandır bu konuda düşünüyorum. Ulaştığım sonuç şu: Bir Devrimci Yolcu bulunduğu ortamda devrimci bir dönüşümün olması için gerekli dengeleri gözeten bir ateş hırsızıdır. Artvin’in dağında, Muğla’nın bağında olsa değişmez. Bir Dev Yolcu olan her yerde, bir adalet tartısı bulunur. Devrimci Yolcu’nun aklında her an, “Nasıl adil olabilirim? Nasıl en doğru kararı verebilirim? Ne yaparsam güçlüye değil haklıya katkı vermiş olurum?” soruları dolaşır.

Devrimci Yolcular seçkindir ama hiçbiri seçkinci değildir. Bir karar alırken, bu kararın kime zarar vereceğini, kime yararlı olacağını satranç ustası gibi düşünürler. İlk bakışta “halktan yana” görünen bir karar, uzun vadede tam ters bir etki yaratacaksa bunu genellikle önce Devrimci Yolcular fark ederler.

Devrimci Yolcu uzlaşma arayışında olmaz. Ceylanı aslanla uzlaştıramayacağını bilir. Yeni çağı aşmak için orta çağ ile ittifak kurmaz. Ona adını veren yol, her konuda devrimci ve dönüştürücü hedeflere uzanan yoldur. Kitleleri anlamaya çalışır, kitlelere yaranmaya değil. Olgun başak gibi eğri durur ama hiçbir vampirin karşısında eğilmez. Sosyal medyanın emrettiği gibi “an”a gömülmez, sebat eder, bu nedenle önce eleştirilse de, sonra haklı çıkar.

***

Günümüzde topyekûn bir çıldırmanın tüm koşulları varken, hâlâ aklımız başındaysa bunun önemli bir nedeni her yerde, her meslekte, her yaşta Devrimci Yolcunun varlığı... Sultanbeyli’de bir kavgada ortalığı Dev Yolcu abla yatıştırıyor ve Kadıköy vapurunda öpüşen gençleri bildim bileli Dev Yolcular koruyor… Devrimci Yolcuların yolunda Mahir Çayan olduğu kadar Yunus Emre de var, Şeyh Bedrettin de, Pir Sultan Abdal da; daha derinlere inersek İzmirli Homeros da…

Aynı yolun yolcusu olmak, tüm yoldaşlara güç vermeli. Farklılıklar, küskünlükler olsa da, herkes kıymetini bilmeli. Son sayı olmadığına göre son devrim de olmayacak, bu dev yolculuk hiç bitmeyecek.

Adımız önemli değil, kavgamız sürdükçe

Yorulmaz hiç kimse, bu yolda yürüdükçe.