Geçen gün, evden de olsa süren mesaili işimden artan zamanda kendimi aniden “tembel” hissettim. Ne podcast işine kalkışmış, ne YouTube kanalı açmış ne Instagram canlı yayın işine girişmiştim. Evden de olsa süren mesaili işimi ve ara verdiğimiz tv programını bir kenara koyarsak, haftada bir yazı yazmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum. Oysa çağ, ne yapacağını düşünme çağı değil, işe girişme çağıydı. Öyleyse podcast’e mi başlamalıydım yoksa pandeminin ilk günlerinde aldığım “halka” şeklindeki ayaklı Youtuber lambasını kullanacağım bir proje mi yaratmalıydım? Durduk yerde stres basmıştı.

Yukarıdaki paragrafta kendi hislerim olarak özetlediğim hisleri birçok kişinin paylaştığını biliyorum. Kimsenin salt tüketici olarak kalmak istemediği bir dönemdeyiz. Pandemi, bu işi daha da katmarlendirdi. Korkmayın, “Eline klavyeyi geçiren yazar oldu” gibi demode bir serzenişe girişmeyeceğim. Endişem farklı. Bu içerik sağanağında asıl kazanan kim ve bunun sonu nereye varacak? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun soruları bunlar olsun.

SOSYAL MEDYANIN ASIL DEHASI

Derek Thompson, Hit Makers kitabında Facebook’un (Instagram, Youtube vb. gibi de düşünebiliriz) asıl işinin ‘esas olarak tanımadığı bir kitleyi, onlara bir ücret ödemeden veyahut işe almadan, içerik paylaşmaya teşvik etmek’ olduğunu belirtir. Yani işleri ilgi uyandırmaktır ve biz de buna aracı oluruz. Pandemi dönemine kadar daha çok insanların bu platformları kullanarak, çok da farkında olmadan değerli verilerini teslim ettiğini tartışıyorduk. Ancak pandemiyle birlikte görüyorum ki herkes deliler gibi içerik üretiyor. Çekebilenler video çekiyor, kimi canlı yayın yapıyor konuk alıyor, en olmadı Twitter’da sonu gelmeyen bilgiseller yapıyor. Sadece eğlenmek için yapanlar hariç profesyonel amaçlarla yapanlar için tünelin sonundaki ışık şu: ‘Bunu paraya çevirecek izlenmelere ulaşır mıyım ya da en azından buradan dikkat çekip eski usül telif ödeyecek bir mecra bulur muyum’ umudu. Adeta inşaatta şarkı söyleyerek İbrahim Tatlıses gibi keşfedilme umudu taşıyan yüzbinlerce insan bir arada. Koyduğumuz her içerikle, Unkapanı’nda kapı kapı gezen bir dönemin şarkıcı adayları gibi hissediyorum bazen.

İŞE GİRİŞTİK, NE OLACAK?

Podcast, YouTube videosu vs. diyelim ki bir içerik ürettik ve koyduk. Bunun tanıtımına, eşe, dosta özel mesajla iletilip paylaşım rica edilmesine, Twitter’da süslü cümlelerle tanıtılmasına, ilk anda dikkat çekmesine büyük ihtiyaç var. Bu her yetenekli insanın kişiliğine uygun bir faaliyet değil ama ne yazık ki içeriğe harcadığınız efordan daha fazlasını tanıtımına harcamanız gerekiyor. Oysa eski tip yayıncılıkta siz bir kurumun geçmişten gelen marka değerine içeriğinizi teslim eder ve tanıtım işini onlara bırakırdınız. Bu bir gazete, dergi, tv, radyonun markası olurdu. Şu an böyle bir şey yok. Bunun hem olumlu hem olumsuz tarafları var.

Sonuçta kendinizi karar verici birilerinin insafına bırakmıyor doğrudan halkımızın teveccühüne teslim ediyorsunuz. İşin bu tarafı da tartışmalı olsa da bir kenara bırakıp beri tarafına bakalım. Yani algoritmalar ne kadar masum? İlk bakışta Facebook ya da Instagram’ın algoritması tarafsız gibi görünüyor. Ne kadar dikkat çekersen, tıklanırsan, izlenirsen o kadar yükseliyorsun ve bu bir süre sonra paraya dönüyor vs. Bu algoritmaların tarafsızlığı konusunda hiç o kadar emin olmamak gerek. Çünkü bu algoritmaları da belirli önermelerle insanlar hazırlıyor ve bu insanların da patronları, yatırımcıları var.

Evet, çok fazla dikkat çeken bir azınlık bu içerik üretme işinden hayatını döndürecek parayı kazanıyor. Ancak onların para kazanması için belki milyonlarca kişi bedeli olmadan bir umutla içerik üretiyor. Üretmeyenler kendini tembel hissediyor. Algoritma çoğunlukla iyi olanı yeterince dikkat çekmediği için aşağıya itiyor ve birçok değer başlangıçta algoritmanın dikkatini çekemediği için yok olup gidiyor. “Önceden de böyle değil miydi?” diyeceksiniz ve her sektörün eşik bekçileri olduğunu söyleyeceksiniz. Çok iyi olanın her türlü algoritmayı yenip kendini göstereceğini biliyorum da bu küresel sosyal medya devleri için karşılıksız içerik üretme işi üzerine yine de bir düşünelim diyorum. Sanıyorum hiçbir dönemde “yaratıcı emek” bu kadar ucuz ya da bedava olmamıştı. Yine hiçbir dönemde insanlar bu kadar karşılıksız üretmeye razı olmamıştı. Yani şu sıralar böyle karşılıksız üretmiyorsak da kendimizi tembel ya da yetersiz hissetmeyelim. Behçet Necatigil’in de dediği gibi “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” ve unutmayalım Beethoven, 9. Senfoni'ye gelene dek 8 senfoni daha yazdı.