Bu “güruh”un suçu, “sokakları kazıp hendeklerle kapatan”, “Camileri, evleri, işyerlerini yakarak, ambulansları kurşunlayarak vatandaşımıza hayatını zehİr eden terör örgütü”nü unutarak Devlet’i suçlamak imiş. Az buz değil! Vatan hainliği!

“Aydın müsveddeleri”.. “Zalimler”.. Alçaklar”.. “Güruh”.. Bunlar bir bildiri yayınlamış olan akademisyenler hakkında uygun görülen sıfatlar.. Hem de bir Devlet Başkanı tarafından. Yıllardır bu ülkede belki binlerce bildiri okumuş biriyim; imzacıları hakkında bu kadar renkli sıfatlar kullanılmış olanına ilk kez rastlıyorum. Öyle görünüyor ki Türkiye Cumhurbaşkanı yine bir ilke imza attı. Şaşılacak fazla bir şey de yok; çünkü kendi dünyası akademik dünyadan yıldızlar kadar uzak..

devlet-aydin-ve-vicdan-sorunlari-105157-1.

Evet, ortada 1 128 bilim adamının imzaladığı bir bildiri dolaşıyor; üstelik imza sayısı giderek de artıyor; buna karşılık, Beştepe, imzacıları aşağılamakla kalmıyor; savcıya da suç duyurusunda bulunuyor; “bunlar, bedel ödemeli!” diyor. Ve savcılar da hemen harekete geçiyorlar. Hatırlayalım; yirmi gün kadar önce de Cumhurbaşkanı Can Dündar ve Erdem Gül’e “bedel ödeyeceksiniz” demişti; o gün bugün ortada görünmüyorlar. Sesleri uzaklardan, Silivri’den geliyor. Tabii durum şimdi biraz farklı denilebilir; binlerce akademisyen söz konusu; sanki nicelik artışının nitelik değişimine yol açabileceği bir eşikte gibiyiz. Çağrı da daha çok bir darbe çağrısına benziyor.

• • •

Bunları düşünürken aklıma yakınlarda IPSOS’un yaptığı bir anket geldi. Bu anketin sonuçlarına göre halkımızın ancak % 5 kadarı kaygılarının başına hak ve hukuk sorunlarını koyuyormuş. Bu durumda ülkede bu yaşananlar da normal sayılmalı diye düşündüm. Herhalde hiçbir hukukçunun kalkıp da Tayyip Bey’e “Sayın Cumhurbaşkanı, mevcut anayasamıza göre sizin yargıya böylesine müdahale hakkınız yok; bir anayasa suçu işliyorsunuz!” diyecek hali yok. Diyecek olanları da Beştepe’ye yaklaştırmıyorlar. Dedik ya hukuk % 5! Zaten yakınlarda bir iş adamı söylemiş ve Sabah gazetesi de (23 Kasım 2015) manşet yapmıştı: «Başkanlık sistemi Türkiye’ye fiilen gelmiştir».

Garip bir «Başkanlık sistemi» bu? Türk usulü; ama yine de bir sistem! Ve bu sistemde insanları suçlamak hakkı da galiba Başkan’a ait!..

• • •

Peki bildiricilerin “suçları” neymiş?

Bu “güruh”un suçu, “sokakları kazıp hendeklerle kapatan”, “Camileri, evleri, işyerlerini yakarak, ambulansları kurşunlayarak vatandaşımıza hayatını zehir eden terör örgütü”nü unutarak Devlet’i suçlamak imiş. Az buz değil! Vatan hainliği! Hani zamanında TÜSİAD yöneticilerine, Merkez Bankası başkanına ve sık sık da muhalefet liderlerine yakıştırılan suç!..

Yine de gözlerim epeyce bir süre imza listesi üzerinde dolaştı; tanıdıklarım arasında PKK’yı aklayacak, bu örgütün işlediği cürümleri görmezden gelecek bir isme bile rastladığımı söyleyemem. Buna rağmen neden gerçekten de bildiride PKK’nın adı anılmamıştı? Elbette bunu da sorgulamalıyız; fakat bunu sorgulamadan önce şunu söylemek geliyor içimden: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün şikâyet ettiği hendekler, bombalar yeni bir şey mi? Bunlar bölgeye yığılırken, Hükümet adına İmralı ile görüşmeler yapılmıyor muydu? Kendisi de zaten içtenlikle “bizi aldatmışlar, bizle görüşürken bölgeyi silah deposuna çevirmişler” dememiş miydi? Üstelik bu kaçıncı “aldatılış”? Ve ciddi bir devlet adamlığının böyle bir dizi “aldatılma”ya ne kadar tahammülü olabilir? Derim ki Tayyip Bey, bütün bunları da düşünerek galiba çok daha ölçülü konuşmalı; çuvaldızı başkalarına batırmadan, iğneyi kendine batırmalıydı.

• • •

Şimdi gelelim “devleti suçlama” sorununa. Bu kez aklım daha da gerilere, “aydın-entelektüel” sözcüğünün ilk ortaya çıkış koşullarına gidiyor. Fransa’ya, 118 yıl öncesine; Dreyfus olayına. Emil Zola’nın “Suçluyorum!” diye başlayan mektubuna..

Güzel de kimi suçluyordu Zola? Devleti değil mi? Mektup Cumhurbaşkanına yazılmıştı ve suçlanan da devletti. Çünkü Zola’ya göre Devlet haksızlık yapmış ve “düşmana bilgi sızdırmak” gibi çok hassas bir konuda suçluyu gizleyerek casus diye bir masumu, Dreyfus’u hapse atmıştı. Yahudi olması Dreyfus için ciddi bir suçluluk karinesi idi. Üstelik Zola hukukçu filan da değildi; bir romancıydı. Vicdanının sesini dinlemiş, devleti suçlamıştı. Ve kıyamet de kopmadı; kimse onu ne “hainlik”le ne de“alçaklık”la suçladı. Daha sonra yüzden fazla “entelektüel” de Zola’yı izleyerek bir bildiri yayınladılar. “Entelektüel” sözcüğü doğmuştu. Devlet’i suçlayarak; devleti adil olmaya davet ederek..

Ne alakası var bunun bugün Güneydoğu’da olup bitenlerle; kimlermiş bu bölgedeki Dreyfus’lar diye kimse itiraz etmesin. Bugün bölgede binlerce, on binlerce Dreyfus bulunuyor ve bunlar hiçbir kavganın içinde olmadıkları halde haftalarca evlerinden çıkamıyan masum vatandaşlardan oluşuyor. Ve çıkınca da çoğu kez bir daha dönemiyorlar. Peki, bunlara ne ad vereceğiz? Bakınız bugünlerde bütün gazeteler Güneydoğu’da birkaç ilçedeki çatışmalar yüzünden yüz, iki yüz bin kadar kişinin evini terk ederek kaçtıklarını yazıyorlar. TV ekranlarında Suriye manzaraları ile karşılaşıyoruz. Sabah yazarı H. Kaplan, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde “HDP’ye rekor oranda oy” çıkan yerlerden şimdi “% 50’den fazla nüfus göç etmiş durumda”, diye yazıyor, “halk, bırakın hendek başında beklemeyi, PKK’ya söverek evini yurdunu terk etmekle meşgul”. PKK ve HDP böyle mi yok edilecek? Güvenlik güçleri bölgeye barış getiriyor da bunu “hain aydınlar” mı önlüyor? Kısaca, bildiriyi bir yana bırakalım, on binlerce, yüz binlerce aydın buna “hayır!” diyor; vicdanları bu tablolar karşısında sızlıyor. “Yorgan gitti, kavga bitti” şeklinde gelecek bir barışa vicdanlar razı olmuyor. İşte benim düşündüklerim de bunlar; benim de vicdanım bu yüzden sızlıyor.