Başka ve daha net bir ifadeyle, AKP iktidarını mümkün kılan dış faktör ABD’nin ılımlı islam ihtiyacı idi, iç faktör ise Kürt meselesini üç tarzı siyasetin İslamcılık ayağıyla halletme arzusuydu, diyebiliriz

Devlet Baba ve onun  kullanışlı siyasi partileri (II)

ŞÜKRÜ ARGIN

Bu yazının ilk bölümünü, AKP’yi ‘devlet partisi’ olarak görmek, göstermek izan ve insafa sığar mı, sorusuyla noktalamıştım. Oradan devam edelim.

AKP’nin -tıpkı CHP ve MHP gibi- aslen bir devlet partisi olup olmadığı meselesini irdelemenin en mantıklı yolu, şüphesiz öncelikle onun 12 Eylül’le ilişkisini sorgulamaktan geçer. Soru şu: AKP, 12 Eylül’ün rakibi midir, yoksa refakatçisi mi?

David Harvey bir makalesinde ABD’de 1980’den bu yana tek parti rejiminin olduğundan söz etmişti. Ona göre bu görünmez, kadir-i mutlak partinin adı Wallstreet Partisi’ydi. Harvey bu mecazla, iktidara Cumhuriyetçiler de gelse, Demokratlar da gelse durumun pek değişmediğine işaret etmek istiyordu ki, aslında bu, sadece ABD’nin değil, neoliberal hegemonya altındaki tüm ülkelerin gerçeğidir.

Türkiye için bu partinin adı elbette ANAP’tır. 1980’den beri bu namı-ı diğer Wallstreet Partisi’nin güncellenmiş versiyonlarının iktidarı altında yaşıyoruz ve AKP, bu sürecin son numunelerinden biri, bir nevi ANAP 3.0 olarak görülebilir.

Dört kişi üzerinde odaklanarak düşünelim. Bunların ikisi politik lider, ikisi politik kanaat önderi. Sırasıyla söyleyelim: Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Barlas ve Cengiz Çandar.

Buradaki odak figür elbette Turgut Özal. Zira 12 Eylül’ün öncesinde de, esnasında da, ‘sonra’sında da o var. Diğer üçünü an itibarıyla birleştiren şey lâfzen net ve keskin bir 12 Eylül karşıtlığı ve de -dikkat!- aynı ölçüde net ve keskin bir Turgut Özal hayranlığı. Barlas ve Çandar, Erdoğan’ı Özal’a benzerliği sebebiyle seviyor ve sayıyor; aralarındaki fark, son zamanlarda bu benzerliğin akıbetiyle ilgili. Barlas hâlâ Özal’ın suretini gördüğü için seviyor ve sayıyor Erdoğan’ı; Çandar ise, artık Özal’a benzemediği için sayıp döküyor Erdoğan’a. Kısacası, maşuk artık problemli olsa da, âşıklar hâlâ âşık.

Kısa bir parantez: Öyle görünüyor ki, bu durumda, Barlas daha yerel, Çandar ise daha küresel düşünmeyi tercih ediyor. Her ikisin de sırtlarını sağlam bir yere dayamadan akıl yürütmeye kalkışmayacak denli akıllı olduklarını biliyoruz. Hangisinin dayanağı (yani, akıl yürütmelerinin öncülleri değil, bizatihi yürüttükleri aklın dayanakları) daha güçlü imiş, göreceğiz. Fakat ben, bu kısa parantezi burada kapatıp, tam da yukarıda AKP için sorduğumuz sorunun yanıtlanması bakımından önemli olduğunu düşündüğüm bir tavsiyede bulunmak istiyorum.

Bu tavsiye, yukarıda sıraladığım kişilerin son üçüyle ilgili elbette. Erdoğan’ın (yani AKP’nin), onun eski (yani Çandar ve benzerleri türünden) ve ‘şimdilik’ her daim (yani Barlas ve benzerleri türünden) yandaşlarının 12 Eylül karşısındaki duruşlarının samimiyetini mi test etmek istiyorsunuz? Onlara şunu söyleyin: Bana Turgut Özal hakkında ne düşündüğünü söyle, sana Kenan Evren hakkında ne düşündüğünü söyleyeyim. Anlık (konjonktürel) Evren nefreti ile ebedi Özal hayranlığı arasında marazi bir ilişki var çünkü ve 12 Eylül’ü sürekli kılan tam da bu marazi ilişkidir; zira ezelden beri biliyoruz ki, nefret aşka dâhil.

• • •

ANAP’ın orijinal versiyonu 12 Eylül’de piyasaya sürülmüştü. 28 Şubat’ta ise onun güncellenmiş versiyonu olarak AKP piyasaya sürüldü. Dolayısıyla soru şu: 28 Şubat’ın binyıl süreceği öngörüsünde bulunan Kıvrıkoğlu’na mı, yoksa bu öngörüyü boşa çıkardığını iddia eden AKP’ye mi inanmalı?

Ben bu sorunun asıl muhatabının AKP değil, şu anki Saadet Partisi olduğunu düşünüyorum. Biraz daha önce olsa, HAS parti de diyebilirdim. Zira ben şahsen bu sorunun en akla yatkın yanıtını bir zamanlar Numan Kurtulmuş’tan işitmiştim; yanıt hâlâ ortada duruyor elbette, lakin -bildiğiniz gibi- yanıtın sahibi çoktan çark etti.

Saadet Partisi söz konusu soruyu kendi kendine yanıtlayıp duruyor; ama kimseler duymuyor. Zira kamusal alanda seçim barajından çok daha yüksek, ses geçirmez duvarlar var.

Dolayısıyla, Saadet Partisi’nin ‘baraj’ı aşamayan sesine ve Numan Kurtulmuş’un öksüz bıraktığı yanıtına biz kulak verebiliriz: AKP, 28 Şubat’ın (demektir ki 12 Eylül’ün) yasakladığı değil mümkün kıldığı bir partidir ve bu sıfatla, 28 Şubat’ın ve elbette 12 Eylül’ün rakibi değil, refakatçisidir. Kısacası, ne yazık ki, Kıvrıkoğlu haklıdır. Zira 28 Şubat, 12 Eylül’ün sonunun başlangıcı değil, devamıdır ve binyıl sürecek olduğu iddia edilen, 28 Şubat değil, aslında 12 Eylül’dür.

12 Eylül’de MHP’liler ‘kendilerinin hilafına fikirlerinin iktidarına’ maruz kalmışlardı; 28 Şubat’ta ise Milli Görüş, ‘görüşlerinin hilafına kendilerinin iktidarına’ şahit oldu.

Ne diyelim? ‘Hikmet-i hükümet’in işlerine akıl sır ermez!

• • •

Kısacası, AKP bir devlet partisidir. Zira seçimle iktidara gelmesi için devlet tarafından seçilmiş bir partidir. Başka bir deyişle, halkın sevgisine mazhar olmadan önce devletin teveccühüne mazhar olmuştur.

Ya da bizimkisi gibi tek başına, kafasına estiğince hareket etmesi pek mümkün olmayan bir devlet için düzelterek ifade edelim: Dış ve iç mihrakların geçici misakının mamulüdür AKP. Ortadoğu’yu dizayn etmeye çalışan dış güçler için ve de Türkiye’yi bu projeye en kazançlı biçimde; daha doğru bir ifadeyle, en az zararla monte etmeye ve elbette, aynı projeye, başkalarının, özellikle de Kürtlerin dâhil edilmesini önlemeye odaklanmış iç güçler için, kullanışlı bir ‘ılımlı İslam’ modelini temsil ediyordu AKP.

Başka ve daha net bir ifadeyle, AKP iktidarını mümkün kılan dış faktör ABD’nin ılımlı islam ihtiyacı idi, iç faktör ise Kürt meselesini üç tarzı siyasetin İslamcılık ayağıyla halletme arzusuydu, diyebiliriz. Yani ‘hikmet-i hükümet’ için, hem dış hem de iç şartlar bakımından AKP gibi bir parti elzem idi; hem ‘vitrin’de hem de ‘mutfak’ta...

• • •

Cengiz Çandar’ın figanlarından alıyoruz ki, şu an ‘vitrin’ tarumar olmuş durumda. Ancak Mehmet Barlas’ın sadakatinden anlıyoruz ki, AKP’nin ‘mutfak’ta işi henüz bitmiş değil ve Barlas tekneyi terk etmeden, AKP’nin yakın bir gelecekte batacağını söylemek pek makul bir öngörü değildir.

7 Haziran seçimlerinin AKP’yi iktidardan bir türlü indirememesi, MHP’nin bu müstafi iktidar karşısında sergilediği bütün estek, köstek ve destekler, CHP ile AKP’den bir ‘büyük koalisyon’ kurma iradesi göstermeleri doğrultusundaki yaygın marazi beklenti, bir kısım entelijansiyanın memleketin bütün dert ve tasalarını AKP’nin tüzel kişiliğine değil de Erdoğan’ın şahsına bağlayıp siyasi meseleleri psikolojikleştirmesi…bütün bunlar, Türkiye’de ‘hikmet-i hükümet’in an itibarıyla henüz yeni bir ANAP üretememe sıkıntısı içinde hâlâ AKP’ye muhtaç bir halde kıvranıp durduğunun bariz göstergeleridir.