Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak

Devlet, insan ve sanat...

Salı günü başlayan yazı dizimizde “Devlet ve sanat ilişkisi” hakkında farklı konuma sahip sanatçılarımız Yücel Erten, Özdemir Nutku, Eren Aysan ve İbrahim Yazıcı konuyla ilgili görüşlerini yazdı.

Yücel Erten yazısının bir kısmında “Bakarsak görürüz ki: Düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip uygar bir toplumda, kültür ve sanat alanının karşıt görüşleri, karşı çıkışları, eleştirisi ve hatta isyanı engelsizdir. Ataerkil toplummuş, Hıristiyanlıkmış, kapitalizmmiş, doğa yıkımıymış, ekonomik gelişmeymiş, gelir dağılımıymış, kültür politikasıymış, tarihî ve manevî değerlermiş, inançlarmış, dogmalarmış, bunların hiçbirini dinlemez. Tamamını eleştirmekte ve hatta didik didik etmekte kayıtsız şartsız serbesttir. Siyasal, dinsel, ulusal, ahlakî ve ekonomik her türlü hegemonyanın karşısına çıkıp sözünü söyleyebilecek bir özgürlüğe sahiptir. Ama uygar bir toplumda. Somut örnek, Alman Anayasas’ında: “Bilim ve sanat özgürdür.” Nokta.” derken, Prof.Dr. Özdemir Nutku’nun hatırlatmakta yarar gördüğü şeylerden biri şuydu; “Önce şu gerçegi hiç unutmayalım: Devlet ödenekli tiyatrolar, hükümetlerin değil, devletin tiyatrosudur. Devlet ise halkındır, hükümetlerin değil”.

Dosyanın bugünkü son bölümünde ise Genco Erkal ve Yiğit Sertdemir var.

‘Yeni Rejim’in sanatla kavgası adlı dosyada sanatçılara sorduğumuz 3 soruyu tekrar hatırlayalım:

  • Devletin sanatla ilişkisi nasıl olmalı?
  • Sanat kurumlarının özerkliği nasıl olmalı ve nasıl korunmalı?
  • Mevcut sistemi nasıl daha da iyileştirebiliriz?

Bizi bekleyen ve çok da öngörülemeyen süreç için öncelikle konuyu diri tutmak ve her anlamda fikirsel ve eylemsel boyutuyla korumacı ancak mevcuta mahkûm olmayan bir kavrayışa ihtiyacımız var. Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak.

Devletin sanat kurumları ile ilgili usta oyuncu Genco Erkal’ın görüşleri ise şöyle:

‘Şefkatle yaklaşmalıyız’

Genco Erkal: Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi genç cumhuriyetimizin kültür alanındaki en görkemli projelerinden biridir. Yabancı uzman desteğiyle doğru temeller üzerine kurulmuş, ortaya koyduğu yapıtlarla, yetiştirdiği sanatçılarla uygar dünyada başarısını kanıtlamıştır. Ne var ki yıllar geçtikçe bu yapı tahminlerin ötesinde büyüyüp gelişerek kalıplaşmış, iktidarların müdahalesi ve çeşitli siyasal baskılarla tutucu ve zaman zaman çağın gerisine düşen bir konuma ulaşmıştır. Şimdi yapılması gereken bu yapıya saygıyla, sevgiyle, şefkatle yaklaşarak bağımsızlığını, özerkliğini koruyup, onu çağdaş dünyadaki örneklerinin düzeyine ulaştırmaktır.
Bu yaklaşımı gerçekleştirecek olan kuşkusuz evrensel sanatın çağdaş değerlerine inanan, cumhuriyetimizi var eden ilkelere saygılı bir iktidar olmalıdır. Oysa şu anda gördüğümüz, herhangi bir evrensel kültür politikası olmayan, sanatı küçümseyen, baskı altında tutmaya çalışan, devletin temel görevleri arasında bulunması gereken kültür ve sanat kurumlarını özelleştirerek, onları yok etmeye, onlardan kurtulmaya çalışan hoyrat bir yönetim iş başındadır. Bu anlayıştan hayırlı bir revizyon bekleyemeyiz. Bu kurumları savunmalı, bu iktidardan daha fazla zarar görmeden ayakta kalmaları için destek olmalıyız.

***

devlet-insan-ve-sanat-492719-1.

YİĞİT SERTDEMİR

Özelleşmesi değil, özerkleşmesi...

“Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılır”

Devlet-sanat ilişkisi dediğimiz anda, yasak bir aşk ilişkisi gibi tınlıyor... Düşman aileler gibi... Doğuşundan, teorize edilişinden bugüne; devlet sanatla, sanat devletle uğraşmaya devam etmiş, ediyor, edecek... Devlet mevcudiyetini sürdürmekle ilgili –dönemin, coğrafyanın ve muktedirin koşulları/sınırları ölçüsünde- yaptırımlarını uygulayacak; sanat ise bu yaptırımları eleştirmeye ve hatta –dönemin, coğrafyanın ve sanatçının koşulları/sınırları ölçüsünde- bu yaptırımlarla ve kendisiyle eğlenmeye devam edecek. ‘Aman tadımız kaçmasın’cı sanatçıları bir yana bırakırsak, bu netice namütenahi bir yolculuğun nişanesi.

Peki bu ilişki nasıl tesis edilir ve huzurlu bir zemine oturur? Elbette evleri ayırarak. Aradaki sınırı doğru yerden tanımlayıp, belirleyerek. Devlet, yöneticisi değişse de varlığını sürdüren bir kurum, hiç değilse memleketimizde. Sanat kurumları da, aynı şekilde sürdürüyor varlığını. Bu ister istemez şu talebi doğuruyor: Geçici yakınlık-aykırılık ile tesis edilmemesi gereken bir yapı oluşması. Yani sen şu görüştesin diye, senin görüşüne yakın insanlardan oluşan bir sanat kurumu idaresi, senin görüşüne yakın eserler ortaya koymamalı. Ya da tam tersi. Eğer ‘birey’ olmakla ilgili bir yolculuğa insanlarımızı çıkarmak istiyorsak, zaten başka yolu da yok. Sırf kendi görüşlerini okuduğun bir gazete nasıl ki seni aynılaştıracak ve kısa vadede zafer gibi gözüken bir netice aldığını sansan da, uzun vadede yitip gitmekle karşı karşıya kalacaksan, bu da ondan farklı değil. Ondandır ki Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılan bir örnektir. Şapkayı alıp gitmenin, karşılığı olmayacaksa doğru bir tercih olup olmayacağı tartışılır elbette, hele ki günümüzde. Bu tür çözüm arayışlarına girmemenin tek yolu da, sanat kurumlarının özerkleşmesi kuşkusuz.

Devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de...

Aman ha, özelleşmesi değil, özerkleşmesi. Kendini yönetebilmesi, bağımsızlaşabilmesi. Üretimde bağımsızlaşmak mümkün. Peki işin maddi boyutu? Sanat kurumlarının maddi yükümlülüğü, açıktır ki halkın üstünde. Yani devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de, halkın vergileri ile ödendiği aşikar. Kaldı ki, bilet karşılığı seyrettiğin herhangi bir eserde, biletten bile vergi alındığını –bu verginin yüksekliğini gündeme getirmiyorum bile- hesaba katarsak, devlet sadece aracılık yapıyor anlamına gelir. Üstelik bu aracılık, kendi tanımı ve mevcudiyeti gereği, yapmak zorunda olduğu da bir vazife. Yani, bir şehirde ulaşım, parklar, spor tesisleri vs. ne ise, sanat için ayrılan bütçe de benzer başlıklarda.

Sen otobüsüne ‘şunlar binmesin’, spor salonuna ‘şu sporcular sokulmasın’ demediğine –umarım da denen bir noktaya gelinmez- göre, sanat kurumları için de ‘şunlar yapmasın, şu eserler oynamasın, şu seyirciler gelmesin’ diyemezsin, dememelisin. Demek ki özerklik tesisi, tüm meselelerin odağında olan bir çözüm. Bu da bir zamandır sıkça duyduğumuz ‘liyakat’ meselesinden farklı değil aslında. Tüm dünyada pek çok farklı örneğini gördüğümüz bu ilişkiyi sağlıklı zeminde işletebilmek için, gerekli model çalışmalarını da, bu modelin uygulamasını da liyakat sahibi insanların yapması gerekir. Muhsin Ertuğrul’un her şapkasını alıp gittiğinde, geri çağırılıp istediklerinin yerine getirilmesinin altında yatan da tam onun sahip olduğu liyakat idi diyebiliriz, efsanevi varlığının yanında yahut tam da içinde. O yüzden, iki nokta var: Birincisi; bürokrasinin işi liyakat sahiplerine teslim ederek, sadece yerine getirmesi gereken göreve odaklanması gerekiyor. İkincisi; sanatçıların duyarlılıklarını analitik düşünceyle de perçinleyerek, egolarından ziyade liyakatlerini geliştirerek sağlıklı bir modelin yaratılıp nesnel bir şekilde uygulanmasını sağlaması gerekiyor. Sanat kurumlarını tanımlayan mevcut yönetmelik ve yasaların, yeterli olmadığı ve hele ki çağ itibariyle bir hayli komik durduğu açık. Demek ki, öncelikle her türlü model çalışmalarına gidilerek bunların yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bunun olabilmesi için de, yukarıda saydığım çalışmaların yürütülebilmesi için uygun zeminin oluşması için çabalamak elzem. Tüm bunların hem içinde hem dışında olan mesele de şu ki; ‘sanat olmasa ne olacak ki sanki’ cümlesinin net bir şekilde açıklanabilmesi.
Elbette ‘Önce ekmek, sonra ahlak’ diyen Brecht’in bugüne değin kalabilmesinde ve toplumu değiştirmeye katkıda bulunmasında bir sebep vardı. Galiba sanatçılara düşen de; az çok yukarıdaki sorunun yanıtını önce kendine, sonra mevcudu olduğu topluma verebilmek. Zaten, eğer bu sorunun yanıtını sadece sanatçılar değil, halk da ‘ihtiyaçtır, çünkü...’ diyerek verebilirse, devlet de nerede durması gerektiğini, nasıl bir yol çizmesi gerektiğini bilecektir. Hep iğneyi kendimize batırmaktan delik deşik olduğumuzu söylesek de, artık tımar olmanın ve ‘buradayız, çünkü...’ demenin de vakti geldi. Hem de hep beraber.