Siyasette temsil rezilliktir. Modern liberal teori ise bütün siyaseti temsil üzerine yerleştirmiştir. Parlamento halkın sözde temsilcileriyle doludur. Milletvekilleri kendilerine oy veren milleti –sözde- temsil eder. Bayrak egemenliği, polis düzeni, mahkemeler adaleti temsil eder. Siyasal alana giren herkes kendisini bir temsile hapseder. Artık kendisi değil onu temsil eden kişiler ya da kurumlar/örgütler vardır. İşte bu liberal demokrasinin en yaldızlı kandırmacasıdır. Çünkü bu temsil sisteminde kişinin sadece “seçme” imkanı vardır. O da önüne konulan seçeneklerden birisini.

Devletse iyiliği temsil edendir. Herkesin çıkarını, arzusunu temsil ettiği iddia edilir. Bütün çatışmalar onun varlığında çözümlenir. Yeri gelir babayı, yeri gelir anayı temsil eder. Ama o, aslında ne anadır ne babadır. Yalnızca bir organ, güç aygıtı ya da somut bir araç da değildir. O aynı zamanda bir ilişki biçimidir. İnsanın kendisiyle olan ilişkisine sızmıştır örneğin. Bir müslümanın secdeye kapandığı an ve mekanda oradadır. Alnını dayadığı seccadededir. Onun secdeye vardığı yerin adıdır devlet. Bir Kürdün dilinde bitiverir sonra. Bazı kelimlere Kürtçe söylenirken, bazılarının söylenemediği yerdedir devlet. Dibimizdeki diller ve kültürler yasaklanıp uzak kılınırken, binlerce kilometre ötedeki dilleri bilmenin insanları statü sahibi yaptığı zihniyettedir. Bir kadının sürekli sokağa çıkma yasağı yaşadığı şehirdir devlet. Bir grup çocuğun bir devlet kurumunun bütün odalarını kullanarak saklambaç oynayamamasında, bir delinin üniversite sıralarına kadar istese de girememesinde, bir transseksüelin yüzüne ters ters bakılmasındadır. Devlet bazen bir göz işareti, bir el işareti, bedenin bir duruşu olup beliriverir. Linç edenlerin elindeki sopa, Alevi mahallesinde çalan ramazan davulunun tokmağıdır. Devlet her şeyden önce -ve hatta çıplak şiddetinden de önce- insanın kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişki biçimidir.



O nedenle insanların bir kısmı devletleşmiştir. Sosyalist, muhafazakar, İslamcı, milliyetçi ya da ulusalcı olan ve fakat devletin kendi üzerlerinden işlediği milyonlar yüzündendir toplumun değişmezliği ve otuz yıl, yüz yıl ya da bin yıl önce yaşadığını aynı ahmak hevesle yeniden yaşıyor oluşu.

Oysa belki de emniyet teşkilatının bu ülkeye kazandırmış olduğu en yararlı şey şu sözdür: “Herkesin polisi kendi vicdanıdır”. Öncelikle bence bu söz yanlıştır. Doğrusu şu olmalıdır: “Bazılarının polisi kendi vicdanıdır.” Ama olduğu haliyle sistemi ele verir ve bize şunu der: Yönetenleri ve yönetilenleri aralarına çektiği sınırla işaretleyen Makyavel’i tarihin çöplüğüne atın, siz Spinoza’ya bakın. Makyavel’e göre polis emniyet müdürlüklerinde ve karakollarda konuşlanan ve kendince düzeni bozan her şeye müdahale edendir. Emir gelir müdahale eder. Bu doğrudur ama eksiktir. Çünkü Spinoza düşüncesinden baktığımızda göre polis toplumdan ayrı bir yerde, ayrı binalarda değildir. Karakollarını insanların bedenlerinin, bakışlarının, sözlerinin içine kurmuştur. O nedenle sabah ekmek dağıtan fırıncı akşam bir linçe katılabilir, sözde ahlak dağıtan din öğretmeni çoluk çocuğa sarkabilir. Bir vakıf tecavüz makinası gibi çalışırken, ahlakı şiar edinmiş tek bir müslüman ona karşı çıkıp tek bir söz edemeyebilir. Çünkü artık bazılarının polisi kendi vicdanıdır. Yani vicdanlar, tıpkı polis gibi, iktidar kiminse ona aittir. İktidar kimi düşman bellediyse onlar onu düşman bellemiştir.

“Devlet iyiliği temsil eder, iyilik yapmaz” demişti Ulus Baker. Temsil sistemi hem rezalettir hem de egemenlerin biz kulları için bir kandırmacasıdır. Kötülüğün ya da iyiliğin kaynağı olarak gördüğümüz devleti kendimizin ve toplumumuzun dışında aramamıza nedendir. Oysa devlet bir ilişki biçimidir. İnsanların kendisiyle ve dışarısıyla kurduğu bir ilişki biçimi. Ve ondan, yalnızca ona karşı olarak değil onu reddederek kaçmak mümkündür. Çünkü karşı olmak karşıtını yaratma potansiyelini bağrında taşır. Bu vesileyle saygılar sunuyor ve “hepimizin” ulusal egemenlik ve çocuk bla bla bla.