Savcının meselesi, herhangi bir dini değeri korumak değil, bir “dinsel görüşü” devlet resmiyetine taşımak ve orada “saygı”yla itaat ettirmek gibi görünüyor

Devlet kilisesinin inşası ve yargı: Hikmet Çetinkaya Ceyda Karan kararı

ORHAN GAZİ ERTEKİN* - N. ANIL GELBERI**

Cumhuriyet gazetesi yazarları Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan, Müslümanları aşağılayan içerikte yazılar yazdıkları iddiasıyla yargılanarak 2’şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Kabaca bakıldığında bile yargılamanın, başından sonuna kadar tarihi bir yargı parodisi özelliği sergilediğini teslim etmemek mümkün değil. Aslında Çetinkaya ve Karan’ın yaptığı hepi topu artık evrensel bir tartışma gündemi haline gelen Charlie Hebdo, Müslümanlık, şiddet ve Hz. Muhammed tasvirleri konusunda kendi görüşlerince meşru düşünsel ve politik konumlar almak şeklinde özetlenebilir. Fakat, Savcının mantığı, kurgusu, tezleri ve sonuçlarının absürdlüğü ile tarihe geçeceği kesin olan iddianamesi ve mahkemenin kararı meseleyi tarafların demokratik oyununun bir konusu olmaktan tamamen çıkardı ve dokunulamaz-erişilemez bir “devlet kilisesi” yargı tarafından inşa edilmiş oldu. Bu karar Türkiye’de “sorunlu laiklik” uygulamasının bir ürünü olan “diyanet devleti”ni artık daha ileri bir “devlet kilisesi”ne dönüştürme çabasının bir ürünüdür. Hadi bir bakalım...

Davanın Zemini: “Devlet İslamı Kilisesi”

Karan ve Çetinkaya’yı demokratik bir çekişme alanından çekip alarak derdest eden yargılama süreci oldukça garip bir zeminde ilerledi. Daha ilk bakışta bile savcının iddianamesinin olağanüstü çelişkiler, bilgisizlikler ve kestirmelerle dolu olduğunu anlamamak mümkün değil. Yargılamanın temelindeki bilgisizlik ve kolaycılığın üstünü örtmek için yüzeysel tespitler, mantıksal tutarlılığı tamamen ihlal eden sıçramalar, kestirip atmalar bolca kullanılmak zorunda kalınmış. Alın size bir bilgisizlik örneği: C. savcısına göre “Müslüman kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından İslam Peygamberinin tasviri yapılmamış… ve bu durum 1400 yıllık bir gelenek” haline geldiğinden buna uymamak bile kendi başına “dini değerleri aşağılamak” şeklinde anlaşılmalıymış! Şaka gibi… Birazcık tarihi araştırmayla bile yüzyıllar boyunca bizzat Müslümanlar tarafından yüzlerce Hz. Muhammed tasvirinin yapıldığını anlamak mümkün. (Yeri gelmişken savcıya Çağlar Deniz hocanın bu konudaki makalesini okumasını tavsiye ederiz.)

Buradan anlaşılmaktadır ki Savcının meselesi, herhangi bir dini değeri korumak değil, bir “dinsel görüşü” devlet resmiyetine taşımak ve orada “saygı”yla itaat ettirmek gibi görünüyor. Nitekim, aynı iddianame, başkalarının İslam dinine “gerekli saygıyı göstermesi gerektiği”nden bahsetmektedir. Burada da iddianamenin bir başka trajedisi başlıyor: Ceza hukuku bir kimseyi bir başka kimseye “saygı göstermeye” zorlayacak bir araç değildir. Saygı pozitif bir eylemdir ve hiç kimse pozitif bir eyleme zorlanamaz. Dine saygı göstermek gibi bir mecburiyet yoktur. Buradaki mecburiyet başka dinlere veya görüşlere saldırmak veya aşağılamak yasağıdır ki bu negatif bir tutuma işaret eder. İddianamenin sorunları bunlarla bitse iyi. Savcının asıl ciddi çelişkisi şurada: Savcı, "Charlie Hebdo dergisi çalışanlarına yönelik saldırının sorumlusunun İslam Peygamberi ve Müslümanlar gibi gösterilmek istendiğini ve bu sebeple İslam inancına sahip insanları diğerleri karşısında negatif olarak ayrıştırma” amacına matuf olduğunu iddia etmektedir. Fakat ne kadar gariptir ki aynı Savcı bu kez de şunu söylemektedir: “Charlie Hebdo dergisinde İslam Peygamberine ait olduğu iddia edilen karikatürlerin yayınlanması tüm dünyada yankı uyandırmış ve 7 Ocak 2015 tarihindeki silahlı saldırı sonucunda 12 kişi hayatını kaybetmiş ve 11 kişi de yaralanmıştır. Her iki olayda toplumsal hareketlere neden olmuştur” demektedir. Şimdi, bu durum oldukça gariptir. Savcı, Karan ve Çetinkaya’yı şiddet ile İslamı eşleştirerek aşağıladığını iddia ederken bizzat kendisi şiddetin Hz. Muhammed tasvirinin yayımlanmasından kaynaklandığını beyan ederek Karan ve Çetinkaya’yı doğrulamaktadır. Savcının iddianamesi, asıl olarak bu yönden olağanüstü bir çelişki ile malüldür ve hepimizin gözünün önünde kendi kuyruğunu ısıran bir iddianame yükselmektedir. Savcı, devam eden bölümde sadece Müslüman azınlığın bulunduğu Fransa’da bu şiddet olaylarının olmasına karşılık “çoğunluğun Müslüman olduğu ülkemizde” nelerin olabileceği öngörüsünü birkaç gösteri ile kanıtlamaya çalışmaktadır. Şaka gibi gerçekten! Müslüman Türkiye’de böyle bir karikatürün yayımlanması halinde ortaya çıkacak faciaları anlatarak, İslam’ı, bizzat kendi elleriyle şiddetle eşleştiren C.Savcısı kendisini, iddianamenin müellifi konumundan konusu haline getirmektedir. Bu nedenle tutarlı olmak için sanıklar Karan ve Çetinkaya’nın altına kendi ismini de eklemelidir.

İddianame bu iken kovuşturmanın ve kararın nasıl olmasını beklersiniz peki? O kısım da “eğlenceli”. Savcının iddianamesi karara dönüştü. Hatta mahkeme alt hadden uzaklaşarak ceza verdi. Dahası Mahkeme 1280 şikayetçiden oluşan dosyada her bir müdahilin avukatına vekalet ücreti hükmetti haliyle. Şükür şikayetçi sayısı “kısıtlı” tutulmuş. Olağanüstü bir mahkeme masrafı ve vekalet ödemesi de yine Karan ve Çetinkaya'nın üzerine kaldı...

Yargının Dini ve Kilise

Şimdi Karan ve Çetinkaya’nın alt hadden uzaklaşılarak 2 yıl hapis cezasına mahkûm edildikleri bu davanın bir “istisna” olduğunu düşünmek mümkün. Fakat, Fazıl Say hakkında ilk derece mahkemesinde verilen karar ile Prof. Renan Pekünlü hakkında verilen diğer kararlar ile düşünüldüğünde, yargının “dinsel cezbesi”ni giderek artırmaya başladığını ve bu yolla tıpkı Rusya’da olduğu gibi bir “İslam Ordodoks Kilisesi” kurulmaya çalışıldığı şüphesi de makul görünüyor. Çetinkaya ve Karan davasında olduğu gibi Fazıl Say ve Renan Pekünlü davalarını da yakından incelediğimizde çok tipik bir Rus “Pussy Riot” davası çıkar karşımıza. Moskova’daki Kurtarıcı İsa Katedrali’ndeki 2012’de yapılan bir feminist performansın sanatçılarına Rusya Mahkemesi dine küfür ve hakaretten dolayı iki yıl hapis cezası vermişti. Çok açık ki feminist grubun Rus Ortodoks Kilisesi’ne zaruri bir saygı içinde olması garanti edilmeye çalaşılıyordu. Aynı duruma Türkiye mahkemelerinde de giderek daha fazla rastlamaya başlıyoruz.

Nihayetinde Karan ve Çetinkaya kararı, olağanüstü bir hukuksuzluk örneği olarak şimdi önümüzde durmaktadır. Ancak mesele bundan ibaret de değildir. Sorun Demokrat Yargı Başkan Yardımcısı Faruk Özsu'nun vurguladığı üzere, yargının -çoğunlukla gözden kaçan- kadim ve yaygın zihinsel-kültürel yapısındadır. Özsu'ya göre, Türkiye yargısına hakim olan ideoloji faşizan sokak milliyetçiliği, kültürel yapı ise anti-entelektüel, asosyal, ahlakçı, taşralı dindar-muhafazakarlığıdır. Karan ve Çetinkaya kararı bir de bu noktaya dikkat etmemiz gerektiği konusunda ciddi bir ikaz aynı zamanda. Aksi takdirde dün Pekünlü ve Say, bugün Çetinkaya ve Karan ve daha niceleri bu linçci yargının elinde can vermeye devam edecektir...

*Demokrat Yargı Eşbaşkanı
**Avukat