Bu demokrasi pek tuhaf, tadı biraz yiyenin niyetine bağlı bir meyveye benziyor. Muz demeyeceğim çünkü kötü çağrışımlara yol açıyor yine de temsili demokrasinin kısıtlı sınırlı bir özgürlük masalı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Belki hep tartışıldığı gibi yasama-yürütme-yargı üçlüsünün ilişkileri üzerinden konuya girmek ve bir çıkış yolu aramak doğru olabilir.

Devlet-Siyaset-Demokrasi...

Demokrasi pek tuhaf bir kavramdır. Bin bir tarifi, tanımı olsa da ne zaman olmuş, olmuş mu, uygulanmış mı, kendini şöyle tarife, tanıma uygun bir gerçeklik halinde göstermiş mi, gösterdiyse sonuç ne olmuş sorularına bugüne kadar kapsamlı bir yanıt veren çıkmamıştır. Her kesimin her sınıfın kendine göre bir demokrasisi var; gerçeğe en yakın olanı da o sınıfın o kesimin gereksinimine göre biçimlenenidir. Halkın çıkarlarını yansıtan sosyalist bir demokrasiden söz ediyor olalım; işte budur, böyledir, böyle olmalıdır diyemiyoruz. Böyle bir demokrasinin yalnızca dayandığı dayanması gereken temellerle ilgili öngörülerimiz var.

Örneğin sosyalist demokrasiyi savunanlar, programatik olarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasını köklü bir siyasal değişimden sonra geliştirilebilecek demokrasi için temel hedef sayarlar. Bu talep de kuşkusuz üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanların daha şimdiden öfkelenmelerine neden olur. Geçtiğimiz günlerde sosyal demokrat CHP’nin Genel Sekreteri değerli Selin Sayek Böke’nin, halk nazarında pek kötü bir şöhrete sahip, yaptıkları yollardan köprülerden geçene geçmeyene hem de döviz üzerinden bilet kesen üç beş patronun mülklerinin değil, yol ve köprülerindeki tasarruflarının kamulaştırılacağını söylemesi arada bir “demokrat” kesilen burjuvaziyi nasıl kızdırmıştı, hatırlarsınız. Dokunulmaz olan mülk yani devlettir; adalet de mülk olarak tanımlanan devlete bağlanmıştır, bu nedenle mahkemelerde yargıçların arkasındaki duvarda eskiden “adalet mülkün temelidir” yazardı şimdilerde “adalet devletin temelidir” yazmaktadır. Böylece büyük sermaye mülkün devlet olduğunu ve kendilerine verildiğini gururla söyler, “kırmızı çizgi işte orada yazıyor” diye de böbürlenir.

ADALETİN BU MU DÜNYA

Adalet meselesi ile devletin ilişkisi çok önemlidir, büyük diyalogcu ya da kendi tanımıyla diyalektikçi Sokrates, Platon’un Devlet adlı eserinde devlet meselesini tartışmaya adalet meselesinden girer. Ama devlet üzerinde konuşacaksak onun türlerini de adlı adınca anmalı değil miyiz? Örneğin Platon, Sokrates’in Glaucon’la ünlü diyaloğunda ideal bir kent demokrasisini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra -ki bilirsiniz bu ideal devlet daha çocukluktan başlayarak devlet adamlığına hazırlanan filozofların, bana sorarsanız pek katı, çok yönlü eğitimine dayalı devletidir- tamam der Gluacon, bizim devletimiz böyle olmalıdır ama bundan başka bizimkine benzemeyen “sapkın” devletler de var. Alıntıdan kaçmayalım; Glaucon’un sorusu tam olarak şöyledir: “Diğer devlet yapılarına gelince, hatırladığım şu ki bahsetmeye ve kusurlarını incelemeye değer dört çeşit sapkın devlet yapısı ve onlara uygun insan türleri olduğunu söylemiştin”, “Hafızan müthiş” diye yanıtlar Sokrates ve o dört çeşit “sapkın” devlet yapısını anlatmaya girişir. Pek toz kondurmak istemediği Girit ve Sparta devletlerinden söz eder. “Bunlardan sonra oligarşi gelir ki bu tür mevkiice ve değerce ilkine denk değildir ve birçok hastalıkla doludur. Üçüncü tür; yani oligarşinin ardından gelen demokrasi çok farklıdır. Ve dördüncüsü bunların hepsini bastıran, en kötü yönetim biçimi tiranlıktır.” Aristokrasi ya da “en iyilerin yönetimi” neden sonra ara yapılardan söz eden, Atinalı yargıçlar kendisini gençleri yoldan çıkardığı için ölüme mahkûm ettiğinde baldıran zehrini içmeden önce “aman benim horoz borcumu unutmayın” diyerek dünyadan ayrılan Sokrates, işi insanların karakterlerine bağlayarak devletlerin yapısını anlatmaya geçer. Daha sonra tekrar oligarşiye dönen Sokrates kısaca tarif ediverir bu sistemi. “Mülkiyet koşuluna dayanan rejim, zenginlerin idareyi tuttuğu, fakirlerin hariç tutulduğu rejim.” Uzatmayalım uzundur çünkü oradan demokrasiye geçer. Sokrates’in demokrasisi doğrusunu isterseniz özgürlükte sınır tanımayan bir demokrasidir ve diyalektikçi Sokrates demokrasiden tiranlığa geçişi şöyle özetler: “Öyleyse tiranlık demokrasiden başka bir yapıdan çıkmaz herhalde. Özgürlüğün zirvesinden esaretin en ucuna.”

YASAMA MI YÜRÜTME Mİ?

Kısacası bu demokrasi pek tuhaf, tadı biraz yiyenin niyetine bağlı bir meyveye benziyor. Muz demeyeceğim çünkü kötü çağrışımlara yol açıyor; yine de temsili demokrasinin kısıtlı, sınırlı bir özgürlük masalı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Belki hep tartışıldığı gibi yasama -yürütme -yargı üçlüsünün ilişkileri üzerinden konuya girmek ve bir çıkış yolu aramak doğru olabilir. Burada da yargının henüz olmayan ama olması gereken bağımsızlığı meselesini erteleyerek yasama ile yürütme arasındaki ilişkiyi, bu kavramların içeriklerinin sakıncalı yanlarını da dikkate alarak konuşursak bir ihtimal demokrasinin iki farklı yorumunu anlayabiliriz.

Şimdi söylendiği ve olduğu gibi yürütmenin yasamaya egemen olması burjuva demokrasisinin egemen biçimi olan temsili demokrasiye bile ters, otoriter demokrasidir. Tam tersinin yasama organının yürütmeye egemen olması yani halk temsilcilerinin yürütmeye hâkim olması ise demokrasiye daha çok yakışmaktadır. Buradan halkın çıkarlarını yansıtacak bir demokrasi tanımı çıkartılabilir. En azından bu yorum halkı temsil etmemenin bin bir yolunu bulan “temsili” demokrasi yerine halkın temsilcilerinin etkin olduğu bir demokrasiye geçişin yolunu açabilir.

SOLCULAR DEVLETÇİ Mİ?

Demokrasi meselesinde nasıl Sokrates’ten yararlanma yolunu seçtiysek devlet meselesinde de Thomas Hobbes’un tanıklığına başvuralım. Hobbes bilindiği gibi çağının koşullarında korkuyu yüreğinde hissetmiş mutlakiyetçi bir filozoftur. Özetin özeti olsun ve bundan kaynaklanacak kusurun kusuruna bakılmasın: Hobbes’un temel kavramı, devlet söz konusu olduğunda egemenliktir. Yasaların yapılabilmesi ve uygulanabilmesi için herkesin korktuğu bir gücün “Leviathan”ın varlığı gereklidir. Egemenliği böyle tanımladıktan sonra devlet biçimlerini şöyle sıralar: “Egemen güç bütün vatandaşların oy kullanma hakkı olduğu için bir meclisin elindedir, buna ‘demokrasi’ denir. İkincisinde egemen güç hepsinin değil ama sadece bir bölümünün oy kullanma hakkı olduğu bir meclisindir; buna ‘aristokrasi’ denir. Üçüncüsünde egemen güçten bir kişinin elindedir, buna ‘monarşi’ denir.” Demokrasiyi tanımlarken oy kullanma hakkını ve meclisi egemenliğin kaynağı olarak gören Hobbes aslında meclislerden, yasama organlarından hoşlanmaz. Sonuçta o bir mutlakiyetçidir ve bu yönetimi hiç değilse yaşadığı dönem için kaçınılmaz sayar. Hobbes’tan öğrendiğime göre monarşide yürütme esastır ve yasaları yapan da uygulayan da odur. Monarşide devlet ve siyaset bir ve tektir; siyaset devletin öyle ya da böyle kullandığı keskin bir kılıçtan başka bir şey değildir. Biz egemenlik halkta olsun istiyoruz ve bunun yollarını arıyoruz. Gerçek bir temsil kabiliyeti ile donatılmış siyasetin, kendini gönül rahatlığı ile halkın çıkarlarına adamaya hazır yasamanın yürütmeye hâkim, yargının bağımsız olduğu demokratik cumhuriyetten yanayız.

***

Peki, solcuların “devletçi” olduğu dedikodusu nereden çıkıyor? Herhalde üretim araçları mülkiyetine sahiplik ilişkilerini değiştirelim, devlete verelim diyenlerin devletle ilgili biraz fukaraca olan fikirlerinden kaynaklanıyor. Devlet başkadır kamu başka; devletin iyisi zaman içinde kendini sessizliğe bırakacak olandır, kamu dediğimiz ise küçük bir azınlık olan burjuvazi değil, işçi sınıfıdır, emeği ile geçinenlerdir, bütün bir halktır.

Doğrusu, yasama yürütmenin önüne geçsin, onu belirlesin. Yasamada kendini bulan siyaset zinhar yürütmeye teslim olmasın. Sonrasını siyasete hâkim olan halk belirlesin...