Kıdem tazminatı konusunda yaşanan son tartışmalar, devlet, emek ve sermaye üçlüsünün ilişkilerinde beklenmedik gelişmelere neden oldu.

Twitter kuşundan uçan kuşa kadar her işe karışan; baroların bölünmesine çalışan; basını ve üniversiteyi bile baskılayan, kısaca ülkeyi devlet benim dercesine yöneten Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde en olmaması gereken bir konuda çok farklı bir tutum takındı.

Aylar, giderek yıllar öncesinde başlayan tamamlayıcı emeklilik sistemi (TEM ya da TES) adıyla kamuoyunun gündemine getirdiği kıdem tazminatı konusunda emek ve sermaye örgütlerini, aranızda halledin; bizi karıştırmayın diyerek baş başa bıraktı.

Bu tutum kendi içinde sorunludur.

AKP VE İŞGÜCÜ

AKP iktidarı emek-sermaye ilişkilerinde, çok açık bir biçimde sermaye yanlısı olarak çalıştı ve çalışıyor.

İşsizliğin görmezlikten gelindiği, ücret düzeyinin düşüklüğünün sorun yapılamadığı, esnek çalışma ve taşeron eliyle işçi çalıştırmanın yaygınlaştığı; hak ve özgürlüklerle birlikte sendikal hakların da kısıtlandığı AKP’li yıllarda sermaye, özellikle de sermayenin yandaş olmayı başaran kesimi korunup kollanıyor. Birçoğuna piyasa ekonomisinin rekabet kuralları bir tarafa bırakılıp kâr garantisi verilerek yol, köprü, hastane ve havaalanı yaptırılıyor.

İktidarın işçi sınıfına nasıl baktığını şu iki resmi veri yeterince açıklıyor.

Birincisi, hiç güven vermese de istatistiklerini kullanmak zorunda olduğumuz Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK, 10 Haziran Haber Bülteni: Mart 2020 döneminde herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmadan çalışanların toplam çalışanlar içindeki payını gösteren kayıt dışı çalışanların oranı… %29,1 olarak gerçekleşti. Tarım dışı sektörde kayıt dışı çalışanların oranı %18,6 oldu diyor. AKP iktidarı, işçi kesimine duyarsız kalabildiğinden kayıt dışı çalışmayı önlemiyor. Bugün, ülke genelinde neredeyse her üç; tarım dışı kesimde de yaklaşık her beş çalışandan birinin adı sosyal güvenlik kayıtlarına bile girmiyor.

İkincisi işçiler örgütsüzdür. İlgili bakanlığın en son (Temmuz 2018) Çalışma Hayatı İstatistiklerine göre, toplam işçilerin yalnızca yüzde 12,76’sı sendikalıdır; bunlarında da yalnızca üçte biri toplu iş sözleşmesi-TİS yapabiliyor. İktidarın sendikalar arasında ayrımcılık yapması da örgütlenme sorunları yaratıyor. Geçtiğimiz günlerde Saray’da Cumhurbaşkanının başkanlığında işveren ve işçi örgütlerinin katılımıyla yapılan toplantıya, diğer konularda olduğu gibi kıdem tazminatı konusundaki sağlam duruşuyla da tüm sendikal harekete öncülük eden Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu- DİSK’in çağrılmaması, iktidarın sendikalar arasında da ne kadar ayrımcılık yaptığının çok açık bir kanıtıdır.

KAÇINAMAZ

Günümüzde devletin temel görevi sermaye-emek ilişkilerini düzenlemektir. Nitekim, 4641 sayılı yasa ile kurulmuş olan, Cumhurbaşkanının başkanı olduğu ancak onca zamandır toplanmayan Ekonomik ve Sosyal Konseyin görevi budur.

Kaldı ki bu görevin uluslararası boyutu da var. Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO, işçi, işveren ve devlet üçlüsünün oluşturduğu bir yapı olarak 1919’da kuruldu Türkiye 1932’den buyana ILO üyesidir. Özetle devlet, ulusal ve uluslararası düzlemde, işçi-işveren ilişkilerinin vazgeçilmez öğesidir.

ILO 2010 sonrasında, sendikal hakları düzenleyen 87 ve 98 sayılı sözleşmelerine uymayan Türkiye’yi, birçok kez işçi haklarına saygı duymadığı; işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda yetersiz kaldığı; işyerlerindeki ölümlerin fazlalığı; sendikalar arasında ayırımcılık yaptığı; işçilerin sendikal çalışmaları nedeniyle işten çıkarıldığı gibi gerekçelerle kara listeye aldı.

Sonuç olarak, hiç karışmaması gereken birçok alana karışan devletin emek-sermaye arasındaki sorunların çözümünü, taraflara bırakması, yalnız kuzuyu kurda teslim etmek anlamına gelmez, devletin kendi varlık nedenini de reddetmesi demek olur.

Devlet kendini reddederse toplumun dışlanan kesimlerinin de böyle bir devleti reddetmeye hakkı olmaz mı?