Devletin çevreci amaçları

Doç. Dr. Tolga ŞİRİN

Önceki yazımda Türkçe yazına henüz girmemiş olan “Çevre Devleti” kavramını tanıtmaya çalışmıştım. Temel derdim, “çevre devleti”nin, “hukuk devleti”, “sosyal devlet”, “laik devlet” gibi Cumhuriyet’in temel niteliklerinden birini imleyen bir ilke kılınmasının pekâlâ mümkün hatta acil bir gereklilik olduğunu anlatmaktı.

Herhangi bir reform/devrim tartışmasına şimdilik girmeyip böyle bir tanımanın jenerik sonucunu kaydetmek isterim: Bir çevre devleti, her türlü (evet her türlü) iktidar faaliyetinde, konunun bir de çevresel perspektiften ele alınmasının anayasal bir zorunluluk hâline geldiği devlettir.

Bugün bunu -nispeten tekrara düşmek ve bir gazete yazısını zorlamak pahasına- kuramsal yönden biraz daha açmak istiyorum.

ÜÇ ÖGE TEORİSİ

Devletin ne anlama geldiği siyaset felsefesinde farklı biçimlerde tanımlanabilir. Fakat hukuk, olabildiğince nesnel bir tanım arar.

Bu nesnel tanımlama girişimlerinden en eskisi NicolloMachievelli’ye (“Prens”) kadar gider ve üç ögeye dayanır: Ülke, halk ve egemenlik.

Bu üç öge modern zamanda Alman Kamu Hukukçusu GeorgJellinek tarafından derinleştirilmiş ve sistemli hâle getirilmişti.

Siyaset bilimcilerin Avusturya Sosyalist Partisine yakınlığıyla, hukukçuların normativist-pozitivist sıfatlarıyla tanıdığı Hans Kelsen ise bu çıkarımı, “düzen” kavramıyla daha da hukukileştirmiştir:

“Devlet, bir hukuk düzenidir. Ancak her hukuk düzeni, devlet olarak nitelenemez. Bir hukuk düzeni her şeyden önce, kendisini oluşturan normları üretmek ve uygulamak için iş bölümüyle çalışan belli organlar varlık gösterdiğinde bir devlettir.”

Kelsen’in bu yaklaşımı, devletin, iş bölümüne dayalı belli bir “kabiliyet”i olmasını da imler. Yani devlet, kendi içinde düzen ve başkaca devletlerce ilişki kuracak kudret ve kurumlaşmaya da sahip olmalıdır.

Bu yaklaşım, pozitif metinlere de yansımıştır. Örneğin 1933 tarihli Devletlerin Hak ve Görevlerine ilişkin Montevideo Sözleşmesi’ne (md. 1) göre bir devletin uluslararası hukuk kişisi sayılması için (i) kalıcı bir nüfus, (ii) tanımlanmış bir bölge, (iii) bir hükûmet ve (iv) diğer devletlerle ilişki kurma kapasitesine sahip olmalıdır.

Devleti bir iş bölümüne dayanan kurumlaşmaya eşlik eden bir normlar bütünü olarak tanımlayan bu tanım, anayasaların yaygınlaşmasıyla birlikte daha da derinleştirilmiştir. Bazı kamu hukukçuları, üç ögeye bir de “devletin amacı” unsurunu eklemiştir. Örneğin Peter Pernthaler’e göre modern devlet, toplumsal bir kurumdur. Bu toplumsallıkta devlet bir hizmet yapısıdır ve insanların kendileriyle ilgili konuları yönlendirmek için en kapsamlı biçimde örgütlenmesini ifade eder. Devleti tanımlarken “amaç” öğesini de dikkate almak gerektiği yönündeki öneri, bu kurumun varlığını devam ettirmesinin sigortası olan meşruluk temellerini de anlamamıza yardımcı olur. Dolayısıyla ikna edicidir.

Dağıtmadan toparlamak gerekirse; bir devletten söz etmemiz için bir siyasal iktidar ve aynı zamanda devletin ülkesi ve milleti her hâlükârda var olmalı. Bu tamam. Söz konusu ögelerin üzerindeki iktidarın kurumlaşması da bir gereklilik. Bu da tamam. Ancak daha önemlisi iktidarın meşru kalabilmesi için de devletin bir amacı olmalı.

Liberalizmin devleti amaçsızlaştırma iddialarına rağmen her anayasal devlet bir amaçla ifade ediliyor. Bu amaçlar ya “program ilkeler “olarak devletin nitelikleri biçiminde ifade ediliyor ve/veya özel olarak ifade ediliyor.

Türkiye’de devlet, varlık koşulunu ve amaçlarını, Atatürk milliyetçiliği ile çerçevelenmiş demokrasi, laiklik, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelerle ortaya koymuş durumda. Anayasa’nın değiştirilemez nitelikte saydığı bu ilkelerden ayrıca (md. 5) bir de devletin temel amaçları ve görevleri şu şekildeifade edilmiş bulunuyor:

“Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

Bu ilkelerin ve amaçların içinde çevre yok. Cumhuriyet’in nitelikleri arasında çevre bulunmuyor. Devletin amaçları açısından da dolaylı olarak çevreci sonuçlar çıkarabileceksek de bu doğrudan, açık-seçik bir program ilke hâline getirilmiş değil.

CUMHURİYETİN İLKESİ KILINMALI

İşte “çevre devleti” ifadesini Cumhuriyet’in bir ilkesi kılmak, her şeyden önce böyle bir amaç taşıyor. Anayasa’nın 2’nci maddesi bugün için aynen şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

Bu ilkelerin içine “çevreci” gibi bir ifadesinin eklenmesi önemli bir kazanım olur. Kuşkusuz bu hüküm, Anayasa’nın “değiştirilemezlik” zırhına tabi olduğu için böyle bir ekleme, konunun ekolojik yönünden bağımsız bir tartışmayı gündeme getirir.

Burada öncelikle, en baştan yeni bir anayasa yapılması durumunda (olağan dönemlerde Anayasa’nın kırıp dökmeden en baştan yazılmasına “pekiştirme” [augmentation] deniyor) böylesi bir engelin bulunmadığını bilmek gerekiyor. Fakat Türkiye’de yeni bir anayasa hazırlamaya dönük toplumsal koşulların yokluğu ve Anayasa’nın özüne (laiklik ilkesine) aykırı kalkışmalarla bağlantılı tereddütler, ekolojik tartışmanın bazı gerici amaçlarla manipülatif biçimde kullanılması ve bu yolla bu ilkeyi lekeleme tehlikesini barındırıyor.

İkinci olasılık, değişiklik yasağının ilerleme yasağı sayılmamasıdır. Yani Anayasa’nın 4’üncü maddesindeki değiştirilmezlik kuralı, “geriye götürülmezlik” anlamına gelecek biçimde kavranabilir. Böyle bir kavrayış, 4’üncü maddenin, Cumhuriyet’in niteliklerini ilerletecek değişikliklere engel görülmemesine neden olur. Fakat bunun da en azından kâğıt üzerinde oldukça tartışmalı olduğunu bilmek gerekir.

Üçüncü olasılık, Anayasa’nın farklı maddelerinde devletin çevreci niteliğinin vurgulanması ve ilkenin bu yolla tanınmasıdır. Örneğin Anayasa’nın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin “insan haklarına saygılı devlet” olduğu yazılıdır. 1961 Anayasası’nda “insan haklarına dayanan devlet” biçimindeki bu ifadedeki değişim, öğretide (başta Mümtaz Soysal hocamızca olmak üzere) çokça eleştirilmişti. 2001 yılında bu ilkeye dokunulmamışsa da Anayasa’nın 14’üncü maddesine “insan haklarına dayanan devlet” ifadesi eklenmişti. Bu, 2’nci maddedeki “saygılı” ifadesinin “dayanan” biçimindeki güçlü kavramın düzeyine ulaştırılmasını sağlamıştı. Bu bakımdan Anayasa’nın değiştirilebilir hükümlerinden birinde, demokratik, sosyal, laik hukuk devleti ilkesinin çevreci bir tanımına yer vermek de bir olasılık olabilir.

Son olarak, Anayasa’nın devletin amaçlarını ve görevlerini tanımlayan hükmüne (md. 5) de çevreci bazı ögelerin dâhil edilmesi de çevreci devlet ilkesi açısından işlevsel olabilir.

Bu olasılıklar çevreciliği bir devlet ilkesi kılar. Fakat bunun sadece bir ilke meselesi olmadığını da bilmeliyiz. İlkeye can verecek ek değişiklikler, devletin her bir öğesinin de yeşillendirilmesiyle mümkün. Başka bir deyişle Anayasa’da çevreci bir “ülke”, çevreci bir “insan” ve çevreci bir “iktidar” örgütlenmesi de gerekiyor. Bu da diğer bazı başlıklarda değişiklik gerektiriyor.

Bunlar da sırasıyla yazı dizisinin diğer konularını oluşturuyor.