Devletin ‘çevresel’ egemenliği

DOÇ. DR. TOLGA ŞİRİN

Bir devleti, devlet kılan şey, belli bir ülke ve belli bir insan topluluğunun üstünde kurumlaşmış bir iktidardır. Bu iktidar “egemenlik” ile anlamını bulur. Egemenlik, dışa karşı “bağımsızlık”, içeride ise kural koyma, uygulama ve denetleme tekelini ifade eder. Bu tekelin meşruluk temeli, modern zamanlarda “ulusal egemenlik”tir. Ulusal egemenliğin iktidar örgütlenmesi yatay erkler ayrılığı biçiminde olabileceği gibi, toprak üzerindeki örgütlenmesindeki tekilliğe (üniter) veya çoğulluğa (federalizm) bağlı olarak düşey de gerçekleşebilir.

Tüm bunlar klasik egemenlik teorisinin ögeleridir. İşte, çevreci bir devlet bu ögelerin hepsinin birden yeşil renge bürünmesini gerektirir.

Öncelikle bağımsızlık, ulusal sınırlar bağlamında hâlâ geçerliliğini korur. Fakat çevre bildiğimiz klasik sınırları tanımayacak denli evrensel bir olgudur. Örneğin bir kuş, ulusal sınır tanımaz. Nükleer serpinti ulus-devlet sınırlarından vize alarak çıkmaz. Ozon tabakası küresel olarak delinir, iklim değişikliği tüm ülkeleri etkiler. Hâl böyleyken bir çevre devleti, egemenliğin dışsal ögesine yani tam bağımsızlığa çevreci bir “dayanışma” katılmasını gerekli kılar. Enternasyonal dayanışmayı anayasa hükmü kılan bazı Latin Amerika anayasalarının da örneklediği üzere bu ontolojik bir yükümlülük olmalıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin, çevrenin korunmasına dönük tüm uluslararası sözleşmelere katılacağına ilişkin anayasal oydaşmanın açıkça deklare edilmesinde yarar vardır.

ÇEVRECİ BİR YASAMA YÜRÜTME VE YARGI

İçeride çevreci bir yasama, yürütme ve yargı da mümkündür. Çevreci bir yasama, ikinci meclislere çevre örgütleri ve uzmanlarının siyasal katılımını garanti altına alacak bazı “kota”ların konulmasıyla mümkün olabilir. Dahası, çevresel konularda çıkacak kanunların “organik” kanun kılınarak, olağan kanunlardan farklı ve daha yüksek bir nisapla kabul edilmesinin zorunlu kılınması, keza çevre alanında uzmanlaşmış bir organın (Danıştay) benzeri bir işlevle her türlü çevre mevzuatı değişikliğinde görüş sunmasının zorunlu kılınması, Bhutan Anayasası’nda olduğu gibi ülkedeki orman, hatta daha ileri giderek diğer çevresel ögelerin niceliksel düzeyini açıkça ortaya koyarak, bunu geriletecek yasama yasakları çevreci bir yasama için işlevsel olabilir. Buna çevre ve çevresel bilgi hakkının gerektirdiği mevzuatın anayasal olarak ayrıntılı kılınması da eşlik etmelidir.

Yargı konusunda çevrenin Ekvador’da ve diğer bazı Latin Amerika örneklerinde gördüğümüz üzere ayrı bir yargısal örgütlenme konusu olması hatta bizzat bağımsız bir yargı kolu olarak örgütlenmesi, olası ve gereklidir. Bu çevresel yargı yerlerinde çevre adına karar veren veya görüş bildiren birimlerin bulunması da olmazsa olmazlardandır. Keza, uluslararası sözleşmeler veya diğer başka normların -Türkiye’de olduğu gibi- çevresel konularda yargı denetiminden kaçırma aracı olmasına karşı mutlak yargı denetimi esasının benimsenmesi gerekir.

Yürütme konusu ise çok daha yaşamsaldır. Zira çevreye en çok yürütme erki zarar verir. Bu bağlamda klasik liberal erkler ayrılığı kuramının ötesine geçilerek, dördüncü, beşinci hatta altıncı erklere kapı aralanması gerekir. Hâlihazırda literatürde “dördüncü erkler teorisi” olarak ifade edilen ve yürütme bünyesindeki kimi idari otoritelere bağımsızlık tanıyan pratikler, çevresel yönden gelişmeye fazlasıyla açıktır. Türkiye’de Kamu Başdenetçisi, Türkiye İnsan Hakları Kurumu gibi bağımsız idari otorite olabilecek ve “dördüncü erk” potansiyeli taşıyabilecek kurumlar, siyasal iktidardan bağımsızlaşabilmiş değildir. Etkinlik alanında kural koyma, uygulama ve denetleme yetkilerine sahip bu türden kurumlar tamamen Cumhurbaşkanlığına bağlıdır. Bu kurumların bağımsızlaşması çevrenin lehinedir. Dahası “çevre ombudsmanı”, “çevre komisyonu”, “çevresel haklar kurumu” gibi bağımsız idari otoritelerin ortaya çıkması yaşamsal önemdedir.

Yürütmenin toprak üzerindeki örgütlenmesine gelince, bu tartışma Türkiye’deki bölünme/bölünmeme ikileminin ötesinde çevresel olarak da ele alınmalıdır. Bu ele alınırken, doğanın ademimerkeziyetçi olduğu gerçeği kesinlikle göz ardı edilemez. Tabiat anamız, aşırı merkeziyetçilikle uyumsuzdur. Doğanın niteliği, ona koşut bir örgütlenmeyi “yerelci” olmaya zorlar. Her önemli kurumun ve yatırımın Ankara ve İstanbul’da yoğunlaşması örneğinde görüldüğü üzere bu belli merkezlerde yoğunlaşma politikası, doğada geri dönülemez zararlara neden olmaktadır.

Toplumda hizmete erişime de engel yaratan bu aşırı merkeziyetçi üniterlik, siyasal katılımın ve çevresel bilgiye erişimin de önünde engel oluşturmaktadır.

Federal Almanya’da finans (Frankfurt), sanayi (Münih), anayasa mahkemesi (Karlsruhe), denizcilik (Hamburg) konularında merkezkaç uygulanmakta, başta eğitim, sağlık ve kültür sanat olmak üzere kimi sosyal konularda her yerelin kendi kendine yetmesi esas olmaktadır. Çok sayıda çalışma bu dağılımın çevreyle uyumlu bir örgütlenme getirdiğini göstermektedir. Çevreci devlet, bu gerçeğin mutlaka akılda tutulduğu devlettir.

Burada şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Üniter bir devlet dahi aşırı merkezi olmak durumunda değildir. Üniter Macaristan’da anayasa mahkemesinin yargısal etkilerden uzak tutulmak için başkentin dışına taşınmış olması bunun iyi bir örneğidir. Türkiye’de de örneğin, merkez bankasının Niğde’ye, Anayasa Mahkemesinin Uşak’a, kültür sanat etkinliklerinin ağırlığının Mersin’e, kimi bağımsız idari otoritelerin Van’a taşınmaması için bir neden yoktur. Bu çevreyle uyumlu bir örgütlenmeyi getireceği gibi, birkaç büyük şehir dışındaki yerler memleket toprağı değilmişçesine hareket eden iktidar politikasına da bir denge, yurttaşlar arasında hizmetlere erişim ve anayasal bağlarını güçlendiren bir işlev görür.

Bu bakımdan çevreciliğin sadece bir yeşili sevme türü bir bahçıvanlık etkinliğinin ötesinde, yeri geldiğinde devlet örgütlenmesine kadar uzanan bir konumu imlediği akıldan hiç çıkarılmamalıdır.