Devletin ‘çevresel’ ülkesi

DOÇ. DR. TOLGA ŞİRİN

Anayasa’da “devletin ülkesi”nden bahsedilir. Bu ülkenin adı “Türkiye” ülkesidir. Türkiye ülkesi, politik dünyamızda çoğu kez bir hamaset nesnesi kılınmıştır. Siyasal yelpazenin o pek milliyetçileri, ülke öğesini “vatan” diye niteler; konu “vatan” olduğunda mangalda kül bırakmaz, icabında kurşun yiyip kurşun atmakla övündükleri vatanın bir karış toprağını bile kimseye vermeyeceklerine ant içerler.

İyi, hoş, güzel… Fakat aynı kesimlerin ezici çoğunluğu, ülkeyi ülke yapan ekolojik değerler karşısında zır cahildir. Öte yandan ironi şudur ki aynı çevreler, ülkedeki erozyon nedeniyle gerçekleşen yıllık 168 ton toprak kaybı karşısında suspus olur. Ülkenin yüzde 80’inde erozyon riski olduğu, özellikle İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çölleşme konusundaki büyük riski duymaz veya duymazlıktan gelir. Uluslararası alanda risk endeksinde Türkiye’nin orta düzeyde risk bölgesi (2 üzerinden 1,4) olduğun ne denli farkında oldukları kuşkuludur.

Ülke, aslında ekolojik bir değerdir. Fauna ve florasıyla en başta doğal bir anlam taşır. İnsan hayvanı ve diğer hayvanlar bu doğanın bir uzantısıdır. Hatta öyle bazı hayvanlar vardır ki Türkiye ülkesine özgüdür. Bu hayvanların bir kısmının nesli tükenmek üzeredir. Bu vatanperverlerin gür sesleri, konu nesli tükenen hayvanlar olduğunda da hiç çıkmaz.

Örneğin bu kesimlerin Anadolu parsı, karakulak, vaşak, oklu kirpi, Toros kurbağası, Alageyik, çizgili sırtlan, telli turna, bozkır kartalı, ulu doğan, kelaynak gibi türlerle ilgili bir gündemi olduğu hiç duyulmamıştır. “Avcı” karakteristiklerinden geldiğini varsaysak bile bu sessizlik Türk fındığı, Datça hurması, Anadolu salebi, ters lale, Antep kaya kekiği, kum zambağı, çam fıstığı, Toros sediri gibi nesli tükenmekte olan ve Türkiye’ye has bitkiler konusunda da aynen geçerlidir. Bu kadim ölüm sessizliği, Türkiye’nin hayat damarları yani nehirleri, hidroelektrik santrallerle (HES) kurutulurken, kâr amaçlı sanayi atıklarıyla (örn. Gediz, B. Menderes, Çoruh, Asi nehirleri) yok edilirken de geçerlidir. Belli ki bu milliyetçiliğin hamasetinin, göstermelik bile olsa yurtseverlik ile falan dahi ilişkisi yoktur.

O hâlde Anayasa, ülke ögesini bu samimiyetsiz hamaset makinalarına bırakmamalıdır. Devletin ülke öğesi gerçek anlamına yani ekolojik bağlamına kavuşturulmalıdır.

ÜLKENİN EKOLOJİK BİR DEĞER OLARAK KAVRANMASI

Bu konuda bize en iyi ilhamı Latin Amerika anayasaları verebilir. Küresel sermayenin neoliberal saldırılarına karşı çevreci direnişlerle karşı duran bu yoksul ülkelerde, mücadelelerin anayasalarda da yansımaları olmuştur.

Örneğin suyun özelleştirilmesi ve su ücretlerindeki aşırı artışa karşı yerli halkların ayağa kalkması ve olağanüstü hâl ilanına kadar gidecek çatışmaların getirdiği baskıdan (“Cochabamba Su Savaşları”) bir taban hareketiyle çıkan ve bu süreci zor koşullara rağmen çevreci bir anayasayla (dünyanın ilk yerli anayasasıdır) taçlandıran Bolivya’da suyun özelleştirilmesine dönük yasakların bize öğretecekleri vardır.

Türkiye bağlamında HES’ler kanalıyla gerçekleştirilen ve bizzat başbakanlık düzeyinde “su akar Türk bakar yok; artık su akar Türk yapar var” gibi propaganda edilen bu sürece karşı çevreci hükümler getirilmelidir.

Keza, Türkiye ülkesi, uluslararası sözleşmeler yoluyla yargı denetiminden kaçırılan (örn. Akkuyu) nükleer santrallere karşı Anayasa’nın sessizliğine değil, kendisini nükleersiz alan kılacak veya en azından nükleer silahlardan ve atıklardan koruyacak hükümlere ihtiyacı var. Latin Amerika’da bu yönde hükümler aranıyorsa, Bolivya (md. 344), Dominik Cumhuriyeti (md. 67), Ekvador (md. 15), El Salvador (md. 117), Kolombiya (md. 81), Küba (md. 16) ve Paraguay (md. 8) anayasaları ilham verici sayılabilir.

Hayvanların anayasal olarak korunması konusunda da bu türden hükümler hiç de az değildir. (Bu konuda bkz. Tolga Şirin, “Yasa Yetmez! Hayvanları Anayasal Olarak Korumak Gerek”, Duvar, 25/11/2020.)

ÇEVRE HAK ÖZNESİ OLABİLİR Mİ?

Çevrenin en etkili koruması onun bağımsız bir hak öznesi olarak tanınmasıdır. 1970’li yıllarda teorik düzeyde yaşanan bu tartışma ilk kez Ekvador Anayasası’nda yaşama geçirilmiştir. Tabiat ananın (Pacha Mama derler) büyük önem taşıdığı bu topraklarda doğa, insanlardan bağımsız olarak var olma hakkıyla donatıldı. Bu hüküm, soyut bir duygusallık veya boş bir lafazanlıkla kalmayarak yargısal olarak da tanındı.

Dava konusu olay Vilcabamba nehrinin kenarında mülke sahip iki kişinin Loja bölgesel yönetimi ile olan anlaşmazlığına dayanmaktadır. Bu kişiler, satın aldıkları mülklerinde, iyi komşuluk ilişkilerine, iş birliğine dayanan doğayla barışık bir yaşamın mümkün olduğunu göstermek için “cennet bahçesi” isimli bir proje yürütmektedirler. Bu süreçte bölgesel yönetim, nehir kenarında bulunan bir otoyolu genişletme çalışmasına girişmiştir. Başvurucular, çevre bakanlığına başvurup durumun tespit edilmesini istediklerinde Bakanlık, faaliyetin gerektiği gibi bir ÇED raporu olmadan yürütüldüğünü, konuyla ilgili lisansın alınmadığını içeren ve çalışmanın ne şekilde uygun hâle getirilebileceği konusunda tavsiyelerde bulunan bir rapor hazırlamıştır. Başvurucular bu çalışmalar sırasında yol kenarındaki kayaların nehre kaydığını, ayrıca molozların nehir yatağına yığılmasının nehrin akışına etki ettiğini ileri sürmüş ve yerel mahkemeden bunun kendi mülklerine zarar verdiğinin tespit edilmesini istemiştir. Ancak yol genişletme çalışmasının başvurucuların mülkiyetine zarar vermediği yönündeki bilirkişi raporuna dayanan yerel mahkeme bu talebi reddetmiştir. Başvurucular bunun üzerine, tazminat isteminden de vazgeçerek, avukatlarının da yol göstermesi üzerine, kendileri için olmasa da, Anayasal güvencelere sahip Vilcabamba nehri için bir dava açmaya karar vermişlerdir. Başvurucular, her mahkemede bunu ileri sürebilecek olsalar da Ekvador Anayasası’nın 88’inci maddesinin, anayasal hakların korunması için öngördüğü “koruyucu davanın” buna daha uygun olduğuna kanaat getirmişlerdir. Başvurucular az önce değindiğim maddelerin yanında, Anayasa’nın başlangıç kısmında yer alan “yurttaşların doğayla bir arada yaşayacaklarına” yönelik ifadelere, buen vivir hakkının doğa ile uyumu gerektirdiğine ilişkin hükmüne (md. 175/3) ve suyu doğanın kritik unsuru olarak tanıyan 318’inci maddesine atıf yaparak Vilcabamba nehrinin haklarının korunmasını talep etmişlerdir. İlk derece mahkemesi ise davayı teknik olarak ehliyet meselesine boğarak reddetmiştir. Karar temyiz edildiğinde ise Temyiz Mahkemesi doğanın haklarını tanımıştır. Bu öncü Mahkeme kararında dikkat çeken beş önemli tespit vardır.

Birincisi; Mahkeme, doğanın hakları ile diğer hakların çatışması durumunda doğanın haklarının üstün olduğuna ilişkin bir yönelim ortaya koymuştur. Mahkeme’ye göre, “söz konusu anayasal hükümlerin işlevsellik ve etkililik kazanması, çevresel zararların giderilmesiyle mümkündür. Bu giderim, doğanın yok sayılamaz, temel ve öncelikli önemine odaklanarak gerçekleşebilir.” Ayrıca Mahkeme’ye göre “sağlıklı bir çevre hakkı, diğer herhangi bir haktan daha önemlidir.”

İkincisi; Mahkeme, Türkiye’de de karşılaştığımız “adamlar yiyor ama çalışıyor”, veya “çevrecilere kalsa hiçbir şey yapılmaz” basitliği ve manipülasyonuna karşı pozisyon almıştır. Mahkeme’ye göre “Bölgesel yönetimce ileri sürülen, halkın yeni yollara ihtiyaç duyduğu yönündeki argüman olaya uygun değildir. Çünkü halkın anayasal haklarına ilişkin bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi bu haklar yok sayılmamaktadır. Mesele Vilcabamba-Quinara yolunun genişletilmesi değil, doğanın haklarının korunmasıdır.”

Üçüncüsü; kararda ihtiyatlılık ilkesi kullanılarak doğanın sadece kesin tahribatlara karşı değil, tahribat olasılığına karşı da korunduğu tespit edilmiş ve yargıçlara kritik bir ödev yüklenmiştir. Mahkeme’ye göre “kirlilik veya çevresel zarar yaratmayacağı taahhüt edilen bir proje, eğer belli bir tehlike ihtimalini bünyesinde taşıyorsa, bu tehlikenin objektif olarak ortaya konması zaman alabilir. Anayasal yargıçlar, ihtiyatlılık ilkesine dayanarak, kirliliği önlemek adına yapılması gerekenleri ortaya koymalı, bu bakımdan yakın bir koruma göstermeli ve doğanın haklarının hukuki vasisi olmalıdırlar.”

Dördüncüsü; ispat kuralları bakımından davacı bireyler ile bilgiye ve kamu gücüne sahip davalı arasındaki dengesizlik dikkate alınmış ve ispat yükü doğa lehine çevrilmiştir. Mahkeme’ye göre “Davacı, zararın varlığını ispatlamak zorunda değildir. Bilakis bu zorunluluk, icrai yetkilere sahip idarede yani Loja bölgesel yönetimindedir. Davalı Loja bölgesel yönetimi yol genişletmenin çevreye zarar vermediğini ispatlama yükümlülüğü altındadır.”

Beşincisi; doğanın hakları gelecek kuşakların haklarından bağımsız olarak ele alınmamıştır. Mahkeme’ye göre “Doğanın öneminin tanınması, doğaya yönelik zararların, kuşaksal zarar olduğunun da tespit edilmesini gerektirmektedir. Bu bakımdan doğal tahribatlar, sadece şimdiki nesil için değil, gelecekteki kuşaklar üzerinde de etki göstermektedir.” Bu tespit, kararın icrası için yapılması gerekenlere dair teknikte de karşılık bulmuştur.

Şöyle ki Mahkeme, Doğa’nın haklarını tespit ettikten sonra;

1. Bölgesel hükümetin 30 gün içinde, çevresel makamların tavsiyelerine uygun şekilde, çalışmadan çıkan moloz ve kaymadan etkilenen halkın ve nehrin iyileştirilmesi ve eski hale getirilmesi planı sunmasına,

2. Akaryakıt tankları ve makinelerden toprağa karışan akışkanlara karşı güvenlik seti yapılması, mevcut kirlenmenin temizlenmesi, yol kenarındaki işaret sisteminin elverişli malzemelerle yapılması ve çalışmalardan çıkan moloz ve atıkların toplanması için bir alan hazırlanması gibi onarıcı edimlerde bulunulmasına,

3. Şirketin, Çevre Bakanlığı’nın her bir tavsiyesine harfiyen uymasına,

4. Bakanlık bölge müdürlüğü ile Ombudsmanlık mensuplarından oluşan bir heyet kurulup, bu heyetin yol yapım sürecinde kurallara uygunluk denetimi yapmasına karar vermiştir.

Bu karar, ülke öğesinin çevreci biçimde kavranması ve çevrenin bağımsız bir hak öznesi olarak tarih sahnesine çıkışı açısından son derece ilham verici.