Sinema tarihimizin en gizemli olaylarından biridir bu ‘ilk Türk filmi’nin bulunamamış olması. Yangında yitirildiğini iddia edenler olduğu gibi, teknik bir nedenle filmin çekilememiş/ tamamlanamamış olduğunu iddia edenler de var.

Devletin kanatları altında

Dün, yani 14 Kasım’da sinemamızın doğum günü kutlandı. Bu günün nereden çıktığını biliyorsunuz herhalde. İlk Türk filmi olarak kabul edilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” belgeselinin çekildiği tarihtir 14 Kasım 1914. Bu tarihi kesin olarak biliyoruz; o gün dinamitle patlatılarak yıkılıyor abide. Olayı görüntüleyen bir fotoğraf var. Fuat Uzkınay’ın kamerasıyla birlikte o alanda olduğunu da biliyoruz. Ama, film ortalarda yok…

Sinema tarihimizin en gizemli olaylarından biridir bu ‘ilk Türk filmi’nin bulunamamış olması. Yangında yitirildiğini iddia edenler olduğu gibi, teknik bir nedenle filmin çekilememiş/ tamamlanamamış olduğunu iddia edenler de var. Tolga Yalur, ‘Kayıp Filmler’de, çekim başlamadan önce kamera kablosunun bir atlı araba tarafından ezilerek koparılmasından, Uzkınay’ın bozuntuya vermeyerek çekimi yapıyormuş gibi davranmasından söz eder, şakayla karışık… Bu noktada, elimizdeki tek somut belgenin, Genelkurmay Başkanlığı Ordu Foto Film Merkezi’nde bulunan, üzerinde “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” yazan, içi boş bir teneke kutudan ibaret olduğunu sevgili Nijat Özön ve Onat Kutlar’dan dinlemiştim. Bu bilgi, filmin birileri tarafından alınmış ya da çekileceği ilan edilen filmin beceriksizlik sonucu çekilememiş olabileceğini düşündürtüyor. Sevgili Burçak Evren de, ‘Bir Filmin Serüveni: Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı kitabında benzer kaygıları paylaşır.

Farz edelim ki, film çekilmiş olsun ve bir gün bu kayıp makaranın ortaya çıkacağına inanalım… Gerçekten ‘ilk Türk filmi’ mi olacak bu? Yoksa milliyetçi, hatta ırkçı bir söylem olarak mı kalacak? Neden derseniz, bu filmden epey önce, 1905-1911 yılları arasında çekilmiş görüntüler var elimizde. O tarihte Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde -şimdi Yunanistan’da- olan Avdela’da doğup, bugün Makedonya topraklarında olan Manastır’da fotoğraf ve filmcilik yapan göçebe Ulah asıllı Manaki kardeşlerin çektiği görüntüler… Hem de, tek bir film değil. Resneli Niyazi Bey ve diğer Jön Türklerin ‘Hürriyet törenleri’nden Sultan Mehmet Reşat’ın Bitola (Manastır) ziyaretine, çok sayıda belge film çekilmiş.

Sinemamız kaç yaşında?

Osmanlı tabası olan (Yanaki ve Milton) Manaki kardeşlerin çektiği bu belgesellerin sinemamızın ilk ürünleri olduğu gerçeğini niçin kabullenmiyoruz? Sırf Türk olmadıkları için mi? O zaman, bugün de gayrımüslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının filmlerini sinemamızın ürünü olarak kabul etmeyecek miyiz? Ülkemizdeki ilk matbaanın da benzer bir hikayesi vardır. İlk matbaamızın İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğunu yazar tarih kitaplarımız. Oysa, bu tarihten 235 yıl önce Yahudi bir Osmanlı vatandaşının, ardından Ermenilerin ve Rumların matbaalarını kurdukları biliniyor.

Sinemamızın ilk ürünlerinin belgeseller olması çok doğal. Dünyadaki ilk filmlerin de belgesel (Lumiere kardeşlerin “Bir Trenin Ciotat Garı’na Varışı”nı gösteren filmi) olduğunu biliyoruz. Türkiye’deki ilk konulu filmler, gazeteci Sedat Simavi’nin imzasını taşıyan “Pençe” ve “Casus” filmlerinden bugüne sinemamız yedi bine ykın ürün verdi.

NİCELİKTEN NİTELİĞE

Kapitalizmin ve Amerikan kültürünün ülkemizde yaygınlaşmaya, sinema sektörünün de gelişmeye başladığı 50’li yıllarda ilk ustalarını çıkarır. 60’larda ifade özgürlüğü alanında atılan adımlar, sinemamızda toplumsal içerikli yapımlar üretilmesini olanaklı kılar. Fazla uzun sürmez bu dönem. 71 darbesi tüm sanat alanlarını olduğu gibi sinemayı da olumsuz yönde etkiler. Nicelik artışına (200’lere ulaşan bir yapım) koşut bir nitelik artışından söz etmek olanaksızdır. Tabi, istisnalar da eksik olmaz. Yılmaz Güney ve onun izinden ilerleyen genç sinemacılar yeni bir soluk getirirler Yeşilçam’a. Ta ki, 80 darbesi ile içlerine kapanana kadar… Sinemaya devlet desteği verilmeye başlanması da aynı yıllara rastlar. Devletin kanatları altında doğan sinema, gene devletin kanatları altına girer…

Sinemamız, 2000’lerde yeni bir kuşağın devreye girmesi ile, yeni bir arayış içindedir. Tecimsel olanla sanatsal olan arasında bir denge kurmaya çalışan eski kuşaklar oyun dışı kalırken, yeni kuşaktan yönetmenler arasında keskin ayrımlar ortaya çıkar. Yapım sayısı 150’yi aşar, ana akımı oluşturan melodramlar, romantik komediler ve kaba güldürüler AKP politikalarının etkisiyle giderek a-politik bir çizgiye yönelen seyirciden ilgi görürken, dünya sinemasını takip eden eğitimli ve bilinçli -ama sayıca az- bir seyirci grubunun beğendiği, desteklediği genç yönetmenlerin ürünleri dünya festivallerinde ödüller kazanmaya başlar. Benzer bir ayrım bugün Amerika’dan Asya’ya pek çok ülke sineması için geçerli. Bazı Avrupa sinemaları ise, iki eğilimi buluşturan işlere ağırlık vermeye başladı son zamanlarda.

devletin-kanatlari-altinda-805121-1.

OSCAR MACERAMIZ

İşte böyle bir ortamda, yeni bir Oscar aday adaylığı ile sarsıldı sinema dünyamız. Oscar’lara aday gösterilen ilk filmimiz, Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı imiş. Bunun resmi bir adaylık olduğunu, yani devlet tarafından seçilen bir film olduğunu sanmam. Devletin yasaklamaya çalıştığı bir filmi Oscar’a gönderdiği nerde görülmüş… 90’lı yılların başında Oscar komitesine sunulan Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı, çok iyi eleştiriler almasına karşın ilk beş arasına giremedi. Arada boşluklar olsa da, sonraki yıllarda Oscar’a aday adayı göndermeyi başardı devletimiz. İlk beş aday arasına -bir yıl dışında- giremesek de…

Birçok ülkenin adayları Sinema Kurumları tarafından belirlenir. Bizim gibi böyle bir kuruma sahip olmayan ülkelerde ise muhatap Kültür Bakanlığıdır. Bakanlığın hazırladığı yönetmelik uyarınca, 16 sinema örgütü (meslek birliği ve dernek) temsilcilerinden oluşan bir kurula bırakılmıştır bu seçim. Bakanlık bir ya da iki üyeye sahiptir kurul içinde, ama bu bir -ya da- iki kişinin taleplerini emir kabul eden ya da AKP’nin sanat anlayışı ile çatışmayı göze alamayan sinemacılar çoğunluğu oluşturunca, ne kadar özgür bir seçim olabilir, artık siz karar verin… Geçen yıl, kurallara aykırı olarak, henüz vizyon yapmamış bir Semih Kaplanoğlu filminin aday gösterilmesi henüz belleklerde tap taze iken, bu yıl da -bir Güney Kore filmi uyarlaması ve geçen yılın en çok ‘iş yapan’ filmi olan - “7. Koğuştaki Mucize”nin seçilmesi gündemimizi işgal ediyor günlerdir. Hiç kuşkusuz, iyi yapılmış bir melodram; ama Cannes, Berlin, Venedik gibi uluslararası festivallere seçilmiş filmlerle yarıştırmak gaflet değil de nedir? Bu filme oy veren sektör temsilcilerinin dünya sinemasında olup bitenlerden haberi var mı acaba?

Son yıllarda bu kurul tarafından belirlenen aday adaylarımız arasında, doğru seçimler çoğunlukta (“Uzak”, “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da”, “Kış Uykusu”, “Kalandar Soğuğu”, “Salkım Hanımın Taneleri”, “Eşkıya”, “Büyük Adam Küçük Aşk”, ”Takva”, “Bal”, “Sivas” v.b.), ama yanlış tercihler de var… Yanlış demem kişisel beğenime dayanmıyor, Oscar’ın Uluslararası Film kategorisi seçicilerinin tercihlerine, önceki yılların ödüllerine ilişkin bilgilerimizin sonucu. 1956’dan bu yana verilen ve daha geçen yıla kadar En İyi Yabancı film adını taşıyan, artık En İyi Uluslararası Film olarak anılan bu kategoride, Fellini’den Bergman’a, Kurosawa’dan Sorrentino’ya, Amenabar’dan Haneke’ye, Truffaut’dan Costa Gavras’a, Almodovar’dan Cuaron’a, Farhadi’den Joon-Ho’ya dünya sinemasının büyük ustalarının kendi kültürlerinin izlerini taşıyan işleri ödüllendirilmiştir. Ticari boyutu önde olan melodramların ödüllendirildiği yıllar yok denecek kadar azdır bu 74 yıl içinde. Sinema dünyasında sinema dilini yenileyen, zenginleştiren sayısız denemenin var olduğu günümüzde, böyle bir beklenti içine girmek olmayacak duaya amin demek olmaz mı? Hele, sinemamızın son yılında -pandemi öncesi- gösterime girmiş, uluslararası festivallerde önemli ödüller kazanmış, yerelden evrensele mesajlar taşıyan “Kızkardeşler”, “Görülmüştür”, “Kraliçe Lear” gibi filmler dururken…