oğuz oyan Bu yazının yayınlanacağı tarih tam da seçim günü olunca, seçim yasaklarının radarına girmemeye çalıştım, yazı konumu değiştirdim. Aslında başlık seçeneklerimi bile oluşturmuştum: “İki Kriz Arasında Gelgitler” veya “Ekonomi ile Dış Politika Krizleri: Karşılıklı Etkileşimler”. Türkiye’de her iki alanda da epeydir bir kriz tablosundan çıkılamadığı, her ikisinde de ciddi yönetim sorunları olduğu, bunun hem […]

Devletin sermaye birikimine müdahale alanları

oğuz oyan

Bu yazının yayınlanacağı tarih tam da seçim günü olunca, seçim yasaklarının radarına girmemeye çalıştım, yazı konumu değiştirdim. Aslında başlık seçeneklerimi bile oluşturmuştum: “İki Kriz Arasında Gelgitler” veya “Ekonomi ile Dış Politika Krizleri: Karşılıklı Etkileşimler”.

Türkiye’de her iki alanda da epeydir bir kriz tablosundan çıkılamadığı, her ikisinde de ciddi yönetim sorunları olduğu, bunun hem kısa erimli iktisat ve dış politika sıkışmalarını aşamama biçiminde, hem de, daha önemlisi, uzun erimli yol haritaları geliştirme kapasitesinin körelmesi biçiminde ortaya çıktığı üzerine değerlendirmeler yapacaktım. Bu çok farklı gibi görünen iki politika alanının karşılıklı etkileşim içinde olduğunu; son zamanlarda dış politika tercihleri üzerinden ekonomiye genelde olumsuz biçimde yansıyan etkilerin çoğaldığını ve daha açık görülebildiğini, buna karşılık ekonomideki kırılganlık artışlarının dış politikada hareket serbestisini kısıtlayıcı etkilerinin daha az fark edildiğini incelemeye çalışacaktım. Neyse artık başka bir fırsata…

Bugün, güncel politik alana doğrudan girmeyen bir değerlendirmemden (“Tekelci Devlet Kapitalizmi ve Kapitalist Düzenlemenin Krizi”, Sermin Sarıca (der.), Tülay Arın’a Armağan. İktisat Yazıları, Belge Yayınları, 2010) alıntılar (ve bunlara eklemeler) yapıp konuyu şimdiki zamana bağlamak istiyorum. Bakalım başarabilecek miyim?

Devletin bütçe aracılığıyla üç temel müdahale alanı

Sermaye birikimini istikrarlı kılacak koşulların güvenceye alınmasının bir yönü de devletin sermayenin değer yitirmesini önlemek üzere ekonomik alana müdahalesidir. Bu müdahale doğrudan ve dolaylı yollardan yapılabilir; hem bütçelerle (görece daha dolaylı) hem de bütçe dışı araçlarla (görece daha dolaysız) gerçekleştirilebilir. Devletin, bütçe dışında kamu iktisadi girişimleri, kamu özel fonları ve benzeri araçlarla müdahale olanakları vardır. Hatta bu araçların özelleştirilmesi/ tasfiyesi yollarıyla da sermaye birikimine müdahale olanakları yaratılmış olur. Kuşkusuz bunlara mülkiyet ilişkilerine doğrudan/ dolaylı müdahaleleri içeren yasal düzenlemeleri, özellikle de imar düzenlemelerini eklemek gerekir. Burada odaklanılacak konu ise devletin bütçeler aracılığıyla birikim süreçlerinde oynadığı rol olacaktır. Kamunun en geniş müdahale alanı, merkezi ve yerel kamu idarelerinin bütçeleri aracılığıyla mal ve hizmet üretimidir. Bu da üç ayrı alanda toplanabilir:

Birincisi, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi temel sosyal gereksinmelerin karşılanmasına yönelik hizmet üretimidir. Emek gücünün üretkenliğini arttırmak bakımından bu hizmetlerin kolektif olarak sunulması sermayenin de yüzyıllık tercihidir. Sosyal gereksinmelerin kolektif tüketim biçimlerinin geliştirilmesi ve bedava veya çok düşük bedelle sunulması sonuçta emeğe kısmen gelir transferi anlamına geldiği için, ücret artışı taleplerini sınırlayabilmekte ve emek maliyetlerinin azalmasına götürebilmektedir. Bu da, kâr oranlarının düşme eğilimine fren etkisi yapacaktır.

Kuşkusuz bu tür temel gereksinmelerin kolektif olarak karşılanmasının sermayeye olan getirisi ile gene sermayeye yüklediği vergi yükü arasında hassas bir denge bulunmaktadır. Sermaye, temel sosyal gereksinmeler için ilave vergi/prim yükleri altına sokulmaya her geçen gün daha az rıza gösterir bir sınıfsal refleks geliştirmektedir. Bunun da ötesinde, sermayeye yeni değerlenme (kâr) alanları arayışının etkisiyle, piyasanın da girebildiği eğitim ve sağlık gibi yarı-kolektif hizmetlerde, ticarileşme ve piyasalaştırma baskıları oluşturulmaktadır.

Kolektif Üretim Altyapısı ve Sosyal Zorlama

Kamusal hizmet üretiminin ikinci yönü, topluma yönelik olduğu kadar sermayenin değerlenmesi için de gerekli olan kolektif üretim altyapısının oluşturulması ve geliştirilmesidir. Fiziki altyapıyı oluşturan yollar, santraller, barajlar, limanlar, iletişim sistemleri, elektrik iletimi, temiz su-atık su şebekeleri ve çeşitli beledi hizmetler vb. bu kapsamdadır. Sermayenin kendi kaynaklarıyla üretmekten ziyade kamu tarafından finanse edilerek üretilmesini istediği, yapımının ve işletilmesinin ise piyasa yani özel girişim aracılığıyla gerçekleştirilmesini talep ettiği bu tür hizmet alanlarında emanet usulünden (kamu eliyle doğrudan yapımdan) ihale usulüne (orada da davet usulüne) doğru hızlı bir kayma gerçekleşmiştir.

Sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu (yani yüksek değişmez sermaye gerektiren) bu tür altyapı hizmetlerinin üretiminde merkezi yönetim kadar yerel yönetimler de görev almakta ve sermayenin bütününe dışsal faydalar sağlanmaktadır. Bu tür kamu yatırımlarında üretimden çok dağıtım aşamasının özelleştirilmesine yönelik daha güçlü talepler oluşmasının nedeni, dağıtım safhasında değişmez sermaye oranının düşük, dolayısıyla kâr oranının yüksek olmasıdır. Hizmetlerin ticarileştirilebilme özelliklerine bağlı olarak Yap-İşlet-Devret veya Kamu-Özel Ortaklığı modelleriyle yapılan özelleştirmeler de gündeme gelebilmektedir.

Sermayenin, kamusal hizmet üretiminin sınırlandırılması, mümkünse piyasaya bırakılması, var olanların da kendisine döndürülmesi taleplerinin yanı sıra genel bir eğilimi de, kamu finansmanının maliyetlerini üzerinden atma çabalarıdır.

Üçüncü olarak, adalet ile iç ve dış güvenlik hizmetleri gibi devletin sosyal zorlama uygulamasına dönük hizmet üretiminin gerçekleştirilmesidir. Bu tür hizmetler sistemin ideolojik tutkalının oluşturulması kadar bu tutkalın tutmadığı yer ve zamanlarda zor unsurunun kullanımını içermektedir. Bu arada, ticari ilişkilerin hukuk düzenlemeleri olmadan güvenli bir biçimde yürütülmesi mümkün olmadığından, sosyal zorlama salt üstyapıya ilişkin bir düzenleme olmayıp sistemin ekonomik temelinin “istenildiği gibi” çalışması için de gerekli olmaktadır.

Bu alandaki özelleştirme/ticarileşme, özel güvenlik hariç tutulursa, henüz sınırlıdır. Ancak, özellikle silah sanayiinin kamu siparişleriyle çalışan özel bir üretim örgütlenmesi olarak geliştiği hesaba katılmalıdır. Öte yandan, dünya üzerinde çatışma odaklarının yaratılmasında ulus-ötesi silah tröstlerinin oynadığı rolleri, savaşın bizzat kendisinin ise sermaye birikiminin sorunlarını çözmede bir düzenleme aracı olarak kullanılabildiğini dikkate almak gerekir.

Alanlar arası ilişkiler ve yeni müdahale alanları

Bu üç temel alanın çalışabilmesi için devletin “genel hizmetler” adı altında toplanabilecek işletim maliyetleri bulunmaktadır. Dördüncü bir alan olarak da kabul edilebilecek olan bu alandaki maliyetlerin yükselme eğiliminde olmasında, devlet aygıtının karmaşıklaşması kadar daha nitelikli ve daha fazla işgücü kullanılması gereksiniminin de rolü vardır.

Devlet eğer hizmet üretimi için kamu finansmanının olağan gelir toplama yöntemleri dışına fazlaca çıkmaya başlamışsa, bunun yol açacağı yeni paylaşım sorunları olacaktır. Başka anlatımla, geri dönüşsüz bir kamu geliri sağlama yöntemi olan vergileme yerine faizli bir geri dönüşü içeren kamu borçlanması ikame edilmeye başlanmışsa yukarıda sayılan üçlü (veya genel hizmetler dahil edilirse dörtlü) hizmet gruplandırmasına bir beşincisi, yani sermayeye “faiz transferleri” kalemi ekleniyor demektir.

Bütçe açıklarının sınırlandırılması görüşü, 1980’ler sonrasının neo-liberal dünyasında, artık anayasal-iktisat tartışmalarının somutlanma alanı olarak “Maastricht Kriterleri” veya liberal AB Anayasası kurallarını dikte eden Lizbon Anlaşması biçiminde vücut bulmuştur. O kadar ki, 2008 krizinin ekonomileri daralmaya sürüklediği bir ortamda dahi ilk bir yıllık genişletici politikalardan hemen sonra daraltıcı politikalar Avrupa gündemine egemen olabilmiştir. Küçülen Yunanistan ekonomisinin 2011 sonrasında nasıl daha da daraltıcı politikalara zorlandığı belleklerde çok tazedir.

Sermayenin talepleri toplumun kolektif tüketimine rakip olabilmektedir. Sermayenin talepleri kendine yönelik kolektif üretim altyapısının geliştirilmesine öncelik verilmesi doğrultusundadır. Böylece, kolektif tüketim gereksiniminin hızla büyüdüğü bir sosyal/ekonomik ilişkiler ortamında, kolektif/toplumsal hizmet üretiminin tayınlanmasına yönelik basınçlar büyümektedir. Sermayenin sosyal zorlamaya yönelik hizmet üretimini tayınlama talepleri ise daha sınırlıdır çünkü sermayenin buradan çift yönlü kazanımı (düzenin korunması ile kamu siparişlerinin genişlemesi) bulunmaktadır.

Sermayenin sınıf çıkarı mı bireysel çıkarı mı?

Sermayenin, kamusal hizmet üretiminin sınırlandırılması, mümkünse piyasaya bırakılması, var olanların da kendisine döndürülmesi taleplerinin yanı sıra genel bir eğilimi de, kamu finansmanının maliyetlerini üzerinden atma çabalarıdır.

AB ortalaması olarak, toplam vergi yükünün GSYH’ya oranla yüzde 40›lar dolayında, toplam kamu harcamalarının da yüzde 45’ler düzeyinde oluştuğu dikkate alınırsa, kamu finansmanının temsil ettiği yükler daha iyi anlaşılır. Kamu finansmanı yükünün artışıyla tekelleşme derecesinin artışı arasındaki yüzyıllık koşutluk incelendiğinde ise, bu gelişmenin sermayenin sınıf çıkarına aykırı olmadığı söylenebilir. Türkiye gibi toplam vergi yükünün görece daha düşük olduğu ülkelerde sermayenin vergi yükünü daha da aşağıya çeken düzeneklerden biri, düşük gelirlilere daha fazla yük yansıtan dolaylı vergilerin sistem içinde üçte ikilik bir ağırlık taşıması, diğeri ise Gelir Vergisi’nin bile ağırlıklı olarak ücretli kesimlere yıkılmasıdır. (Yerel yönetimler genel bütçe vergi gelirlerinden pay alırken, böylesine eşitsiz bir vergi yapısının dışına çıkamamaktadırlar. Ama daha kötüsü, yerel yönetimlerin “hizmeti kullanan öder” mantığıyla piyasalaşmaya zorlanmasıdır).

Ancak, sınıfsal reflekslerin ortak tavır geliştirme dinamikleri her zaman çalışmamaktadır. Her bir sermaye birimi daha düşük bedelle daha çok kamusal hizmet peşinde koşmakta veya bedelini ödemediği kamusal hizmet tüketimi payını arttırmak istemektedir. Vergi istisna-muafiyetleri veya işletme bazında vergi kaçırma/ kayıt dışı istihdam dışındaki etkili araçlar vergi-dışı teşvik ve sübvansiyonlar olmaktadır.

Kamu finansmanının maliyetine katılmaktan kaçınan, buna karşılık kamu hizmeti ve teşviklerini kendine yöneltme baskısını sürdürerek kamu açıklarına neden olan parazit sermaye kesimi, kamu borçlanmasını da bir rant aktarma düzeneğine dönüştürerek krizi tırmandırmaktadır. Bunu 1990’lar Türkiye’sinde yaşadık. Şimdi yeniden sıkışan kamu maliyesinin buna yeniden sürüklenmesine izin vermemek gerekmektedir.

Sonuç

1 Nisan sonrasında IMF’nin standart (ve yanlış) reçetesi doğrultusunda ekonomik krizin faiz dışı bütçenin fazla vermesiyle yani emek kesimlerine dönük kamu harcamalarının tayınlanmasıyla çözüleceğini savunmak, emek karşıtı bir sınıf programı olmak yanında -özellikle de bugünkü ekonomik daralma döneminde- krizi daha fazla derinleştirmekle eş anlamlı olacaktır. Bedeli ödeyecek olanlar, krizi yaratanlar olmalıdır; emek kesimleri değil.

Ayrıca, 1 Nisan’dan itibaren bizim gözümüz, o partinin bu partinin belediye başkanında veya meclis üyesinde değil öncelikle yapılan icraatın niteliğinde, toplumun kolektif tüketimine ne ölçüde dönük olduğunda ve toplumsal denetime açık olup olmadığında olacaktır.