Bir dönem Pamukova’daki tren “kaza”sıyla açılmıştı ve bir dönem Tekirdağ’daki tren “kaza”sıyla tamamlandı. Pamukova’da da bir benzeri yaşanmıştı: Hizmet fetişizmiyle ve akla, bilime, rasyonel düşünceye aykırı bir şekilde “hızlandırılmış tren” diye bir işe girişilmiş, sonuç ise felaket olmuştu. Sonrası malum, kimse hesap vermedi, kimse istifa etmedi, o günden sonra da bu bir gelenek haline getirildi, doğrudan siyasetin konusu olan hiçbir hadisede siyasal iktidar sorumluluk üstlenmedi. İktidar partisi kendisini nasıl ki fiilen Danıştay’ın ya da Anayasa Mahkemesi’nin denetimi dışında bıraktıysa, kamuoyu önünde hesap verme ilkesini de rafa kaldırdı.

Tekirdağ’daki “kaza”, Pamukova’dan beri inşa edilen yeni rejimin mantıksal sınırlarına ulaşması açısından muazzam bir sembolizm içeriyordu. “Kaza”da “yeni Türkiye”ye dair her şey vardı: Akla ve bilime inançsızlık, kamuculuktan uzaklaşma, taşeronlaşma, yandaşa ihale, kimsenin sorumluluğu üstlenip istifa etmemesi, yas ilan edilmemesi ama anında yayın yasağı getirilmesi ve dibine kadar siyasal olan meselelerin “Ölümü siyasete alet etmeyin” demagojisiyle siyasi tartışmanın konusu olmaktan çıkarılması…

Kazanın içerdiği başka bir sembolizm ise adeta “ilahi bir tesadüf” misali yeni rejime resmi olarak geçişin bir gün öncesine denk gelmesiydi. Pamukova’nın ulaştırma bakanı, “son başbakan” olarak tarihe geçerken, lağvedilen “başbakanlık” kurumunun aldığı son kararlardan biri de “yayın yasağı” oldu. Kazanın yemin törenini gölgelemek için kurulan bir kumpas olduğunu söyleyenler çıktı, neredeyse bütünüyle ele geçirilmiş medya haberi sıradan bir haber gibi verdi, “Her yerde oluyor” mesajı vermek adına gelişmiş ülkelerdeki tren kazaları hatırlatıldı, yemin töreni günü, yani 24 saat sonra ise neredeyse her şey unutturulmuştu.

Pazar günkü yazıda şöyle demiştik:

“Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.”

Sahiden de pazartesi günü itibariyle ortaya çıkan tablo bir “şirket-devlet” oldu. 2014 yılında yayımlanan “AKP, Cemaat, Sünni-Ulus Yeni Türkiye Üzerine Tezler” adlı kitabımda kullandığım bir kavramsallaştırmayı hatırlatarak söyleyecek olursam, “politik aile şirketi” devlet aygıtını neredeyse bütünüyle kendine bağladı ve bu “şirket-devlet”in başına da “patron/baba” yerleşti. Bakanlıkların başına sermaye temsilcileri geçerken ve bu anlamıyla sermaye-devlet kaynaşması adına yeni bir durum ortaya çıkarken, ekonominin başına da damat getirildi ve “Saray kapitalizmi” diyebileceğimiz tuhaflıkta bir adım daha atıldı.

Söz konusu “şirket-devlet” manzarasının bir sonucu, pazar günkü yazıyı bir kere daha hatırlatarak söyleyecek olursak, devletin bütünüyle piyasa mantığıyla yönetilmesi, yurttaşlara da müşteri muamelesi yapılması olacak; adına “kamusal hizmet” denmeye devam edilse de bu hizmetler özelleştirmeler ve taşeronlaştırmalar aracılığıyla bütünüyle piyasaya devredilecek, çünkü “şirket-devlet” kârlılık esasına göre çalışacak.

Aynı mantıkla, “ekonominin düze çıkarılması” adına çalışanların sırtındaki vergi yükü artırılacak, kamuda küçültmeye gidilecek, kamu çalışanlarının maaşları enflasyonun altında kalacak, borçluluk artacak, çünkü tüketebilmek için giderek daha yüksek maliyetlerle borçlanmak gerekecek.

Tüm bunlara ise son derece paradoksal bir şekilde, kurumsallığını yitirmiş, bürokrasinin rasyonel bir şekilde işlemediği, liyakat esasına dayalı olmayan, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, parlamentonun ve yüksek yargının işlevini yitirdiği, tek adamın iki dudağı arasından çıkacak sözlerle yönetilecek bir devlet aygıtı eşlik edecek. Yani “şirket-devlet”te “şirket mantığı”yla “devlet mantığı” kaçınılmaz bir çelişki yaşayacak, hatta kimi zamanlar birbiriyle kavga edecek, ters düşecek.

Artık yeni bir döneme girdiğimiz muhakkak, yeni rejimin kendisini resmi/anayasal statüye kavuşturmayı başardığı, devlet aygıtının hem içerik hem biçimsel olarak dönüşümünü büyük ölçüde tamamladığı yeni bir dönem bu. Otoriterleşme-piyasalaşma-dinselleşme üçlüsü üzerine kurulu olan rejim inşası, şimdi bu üçlüyü anayasal statüye kavuşmuş bir şekilde derinleştirecek.

“Ne yapmalı” sorusuna doğru bir şekilde yanıt vermek için, bu yeni dönemi, rejimin kavuşmuş olduğu görünümü ve bunun siyasal ve toplumsal alana nasıl yansıyacağını doğru bir şekilde okumak ve analiz etmek gerekiyor. Bunu yapmaya devam edeceğiz.