Mustafa Kemal, Meclis’e sunduğu ilk önergede “Meclisin üstünde gücün kabul edilmemesini” kayda geçirir. Monarşinin beli kırılmış, Sultan ve Halife otoritesi milli iradenin ikametgahı olan Meclis’e tabi kılınmıştır.

Devredilen egemenliği yeniden kazanmak: Kurucu meclis için yerel kongre

Bu 23 Nisan yazısı; bağımsız ve egemen bir toplum olarak yaşamanın anlam ve olanaklarını yeniden düşünmek için güzel zaman. 23 Nisan’ın tarihsel anlatısı ezberimizdedir: Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti fiilen sonlanmış, 1919 Mayıs’ında Samsun’a geçen Mustafa Kemal Paşa beraberindeki heyet ile önce Amasya’da Tamim kaleme almış, ardından Erzurum ve Sivas’ta Kongre toplamış ve nihayet 23 Nisan 1920’de “Büyük Millet Meclisi’ni” Ankara’da açmıştır.


Bu iyi bilinen kurumsal tarih, Milli Mücadele’nin Anadolu ve Rumeli’deki dinamikleri hakkında sınırlı bilgi verir. Bu yargıya varmamda 1992’de yayımlanan Yerel Kongre İktidarları 1918-1920 başlıklı kitap belirleyici olmuştur. Bu vesile ile sözü edilen eseri kaleme alan ve 2002 yılında henüz 62 yaşındayken kaybettiğimiz Anayasa Hukuku Profesörü Bülent Tanör’ü şükranla anmak isterim. Bu çalışma bize, Profesör Tanör’ün sözleri ile “Kurtuluş Savaşı’nı lider eksenli ve 19 Mayıs başlangıçlı bir tablodan ibaret saymamayı” gösterir. Ama aynı zamanda yine Profesör Tanör’ün saptadığı gibi, “Liderin büyük meziyeti” memleket sathında yaygın ve etkili direnişçi öz-yönetim aygıtlarındaki “canlılığı gören ve bunsuz hiçbir şey yapılamayacağını kavrayan bir kişi, belki de ulusal önderlik kadrosu içindeki tek kişi olmasındandır.” Marksist bilim insanı titizliği ile Profesör Tanör’ün yaptığı değerlendirmenin değeri, günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Zira Atatürk’ü tarih ve toplum dışı bir kült haline getiren bir zamanların resmi anlatısının O’nun mücadelesine ve temsil ettiği değerlere ne büyük zararlar verdiği, bugün ayan beyandır.

Meclis-i Müessisan nam-ı diğer Kurucu Meclis

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılacak olan Meclis, Mustafa Kemal için “Müessisan” meclisidir, yani Kurucu Meclis. Bu düşüncesini bir tebliğ ile açıkladığında başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere yakın çevresinden itirazlarla karşılaşır; itirazların odağında Meclis’in kurucu iradeyi temsili edecek olması vardır. Onların tercihi Osmanlı Meclis-i Mebûsanı gibi mevcut düzeni sürdürecek yasama işlevi ile sınırlı bir meclistir. Zira Kurucu Meclis, yeni bir düzen demektir. Mustafa Kemal, isimde direnmez, Meclis, “Büyük Millet Meclisi” adıyla açılır, lakin Meclis’e sunduğu daha ilk önergede “Meclis’in üstünde bir gücün kabul edilmemesini” kayda geçirir. Bu önergeye göre işgal sonlandırılıp kurtuluş sağlandıktan sonra padişah ve halifenin konumu Büyük Millet Meclisi’nin yapacağı düzenlemelerle belirlenecektir. Monarşinin beli kırılmış, Sultan ve Halife otoritesi milli iradenin ikametgahı olan Meclis’e tabi kılınmıştır. Nitekim Birinci Meclis vekillerinden Müfit Bey “Biz kendimize mebus diyoruz, mebus değil müessisiz/kurucuyuz” derken, fiili durumu ifade etmektedir.

1920’li yılların Anadolu’sundaki bu tablo, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının iradi çabalarına çok şey borçludur. Anadolu ihtilalcilerinin iradesi, boşlukta doğmadı: Trakya’da Edirne ve Lüleburgaz; Batı Anadolu’da Afyon, Alaşehir, Balıkesir, İzmir, Muğla, Nazilli; Sınır Doğuda Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum; bunlara ilaveten Trabzon ve Pozantı’da Kemalist önderliğin oluşumunda önce ya da eş zamanlı bir şekilde yerel kongre iktidarları oluşur ve faaliyetlerini sürdürür. Profesör Bülent Tanör’ün sözleri ile kongre tipi örgütlenmenin belli başlı özellikleri şöyledir: Öncelikle bölgede yaşayan ahali (Türk-Müslüman nüfus) doğal üyedir. Aşağıdan yukarı doğru yükselen; seçim, temsil ve katılım ağına sahiptir. Karar alma ve uygulama süreçleri kurallara tabidir, keyfilik reddedilir. İçyapılarında işlevsel farklılaşmaya dayalı ve devlet yetkilerine benzer yetkiler kullanan organlar mevcuttur. Bulunduğu coğrafyayı savunma ve kurtuluş amacıyla sınırlı olsalar da bütün toplumu ilgilendiren kararlar da alırlar. Tanör’e göre adları ister cemiyet ister kongre olsun, sözü edilen örgütlerin tamamı “siyasal iktidar odağı” ya da “kamusal otorite merkezi” kimliğine sahiptir. Öyle ki varlığı Balkan Savaşı’nın hemen öncesine kadar uzanan Trakya’daki kongre sistemi henüz 1913 yılında “Trakya Cumhuriyeti” yazılı mühür kullanmıştır. Sınır Doğu’da 1918 ve izleyen iki yıldaki gelişmeler ise Ankara’da 23 Nisan 1920 ile başlayan siyasi tarihin adeta pilot çalışması gibidir. Cumhuriyet, Cumhurreisi, Türkiye Devleti gibi sıfatlar, henüz Büyük Millet Meclisi açılmamışken, Kars’ta kurulan mini devlette mevcuttur.

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti ve Hilafet, bugünün resmi tarih tezinde iddia edildiği gibi Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından millete rağmen, hileli yollarla ortadan kaldırılmış değildir. Emperyalist işgal altındaki Anadolu ve Trakya halkı, Cumhuriyet fikrine sarılarak kendi kaderini kendi ellerine alabilmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, geleceği temsil eden ve fakat dağınık halde bulunan bu eğilimi birleştiren, örgütleyen, kurumsallaştıran ve programlaştıran öncü iradedir.

Özetle 1918-1920 arasında Anadolu'da çok sayıda yerel kongre iktidarları ortaya çıkmış, işgal koşullarında bunlar kendi bölgelerinde hem savaşın olumsuz etkileri ile mücadele etmiş hem de direniş örgütlemiştir. Erzurum Kongresi de burada anılan yerel kongrelerden biridir. Kurtuluş Savaşı yıllarında sadece bir ulusal kongre vardır, o da Sivas’ta toplanmıştır. Üzeri örtülmüş bu yaşanmışlıklar, hatırat defterinde açıp okunacak sayfalar değil, bellektir. Kongre, şura, meclis, her ne adla olursa olsun zor zamanlarda bu toprakların zihniyet haritasında yeri olan kolektif bir refleks söz konusudur. Vakit, anılara dalma değil, bellek tazeleme vaktidir. Türkiye halkı nicedir egemen kolektif irade olanaklarını kaybetmiştir. Mevcut hükümet sistemiyle de hâkimiyet ve idare, tek bir elde, oligarşik bir kastın terkesindedir.

Bellekler tazelenirken egemenliği kazanmak

Türkiye bugün; iktisaden üretken kapasitesi tahrip edilmiş, kamusal varlıkları talan edilmiş, toplumsal bakımdan parçalanmış, siyasal bakımdan kamplaşmış, kültürel bakımdan ise ırki, dini ve cinsiyetçi kod ve sembollerle paralize olmuş bir ülke konumundadır. Bu tablo, Türkiye’nin “uluslararası piyasalara yeniden ve derin entegrasyonunu” tesis etmek maksadıyla uygulamaya konan neoliberal ajandanın dolaysız bir ürünüdür. AKP, sözü edilen sermaye programını, ödünsüz uygulayıcısı olarak, mevcut tablonun yerli sorumlusudur.

Neoliberal yıllar boyunca, egemen-bağımsız politik toplum örgütlenmesi merkezsizleştirildiği ölçüde ulus ötesi ölçekte merkezileşen ve yoğunlaşan bir sermaye gücü, sınıfsızlaştırıldığı ölçüde bütün bir topluma nüfuz eden ve kendi gerçek tahakkümüne tabi kılan bir çokuluslu sermaye hakimiyeti söz konusu olmuştur. Bu gelişmelere modern ulus-devlet zaviyesinden bakanların bir bölümü, merkezsizleşmede özgürleşme olanağı, sınıfsızlaşmada da kültürel çoğulculuk kapasitesi görürken, diğer bölümü de özgürlük ve kültürel kimlik taleplerine toplumsal birliği parçalayıcı bir potansiyel atfedebilmiştir. Bu eğilimlerin kurucu bir irade olarak tezahürlerine, ilkinde kozmopolitan, ikincisinde ise reaksiyoner milliyetçi renkler damgasını vurmuştur.

Oysa neoliberal yıllar boyunca maddi yaşamın toplumsal sınıf karakteri çok daha belirginleşmiş, temel sınıflar eksenindeki kutuplaşma derinleşmiş, sermayenin gerçek tahakkümü yaygınlaşarak genişlemiştir. Öyle ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde emek ve sermaye arasındaki temel çelişki, sermaye ile yaşam formlarının varlığına ilişkin bir çelişki mahiyeti de kazanmıştır. İnsanlık, uluslararası kapitalizmin yayılmacı genişleme eğilimindeki eşik ile yaşanabilir bir gezegen eşiği arasında bir tercihle karşı karşıyadır; bu yanıyla “sınıfa karşı sınıf” karşıtlığı, “insanlığa/yaşama karşı sınıf” karşıtlığına bürünmüş durumdadır. Ontolojik çelişkinin politik iması, “ya sosyalizm ya yok oluştur”.

Türkiye, küresel salgının da derinleştirdiği şekliyle, büyük bir iktisadi buhranın içindedir; istihdam, barınma, eğitim, sağlık, beslenme gibi yaşamsal alanlardaki büyük tahribat, iktisadi buhranın insani kriz boyutu da kazandığını göstermektedir. Hükümet sistemi değişikliği ile devletin merkez ve taşra örgütlenmesi paralize olmuş, AKP-devlet özdeşliği ile devlet idaresi dini örgütlerin kapalı av alanına dönüşmüş durumdadır. Yıllardır Türkiye devletine sızmaya çalışan dini örgütler, ussal-yasal devlet örgütlenmesinden geriye kalan koridor ve koltuklardaki varlıkları ile “devlet olduk” şımarıklığı içindedirler. Böylesi bir devlet örgütlenmesi, acil ve yaşamsal önlemleri gerçekleştirecek idari kapasiteye sahip değildir. O halde bellek tazelemenin vaktidir.

1921 Anayasası’nın 1. Maddesi sanki bugünler içindir: Hem egemenlik hem de iktidar halkındır. Seçim sathı malindeki ülkemizde ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıracağız” demektedir. Bu büyük ihtiyacın mekanizması günümüzde temsili demokrasiyle olmuyor; temsili demokraside cumhurun iradesi ülke idaresinde doğrudan gerçekleşmiyor. Hakim sınıflar kendi çıkarlarını, ulus çıkarı olarak temsili mekanizmalar aracılığıyla pekala genelleştiriyorlar. Bu konuda epey de uzun bir deneyime sahipler. Temsili parlamenter demokrasinin günümüzde halkın gerçek sorunlarına yanıt üretebilmesi artık mümkün gözükmüyor; sermayenin yaşam alanlarına küresel ölçekteki doğrudan nüfuzu, karşısında da tek etkili seçenek olarak doğrudan demokrasiyi gündeme getiriyor. Dolayısıyla bağımsızlık ancak doğrudan demokrasiyle olacak; çözüm belli: Egemenlik ve iktidar halka! Bu davete var mısınız?