Biraz oturmaya ihtiyacım var. Biraz, sadece seyretmeye. Durulmaya. Duruldukça anlamaya. Duruldukça anlar insan demişti biri. Ya da dememişti bilmiyorum. Artık bilmenin değil anlamanın çağındayız görüyorum. Anlayabildiğimiz kadar insan, anlayabildiğimiz kadar varız -ve büyük trajedidir ki- anladığımız ölçüde kendimizi kanatarak tüketiyoruz, seziyorum. Şimdi biraz durup dinlenmeliyim. Bu hengame, üzerime gelen binalar, kaldırımlardaki sahte zerafet, insanların bedenlerindeki türlü süsler rahatsız ediyor beni. Her güzel görüntünün ardına saklanmış büyük yıkıma bakıyorum. İnsanlar, ah insanlar, gösterişli yıkıntılar… Sokaklarda, kafelerde, evlerde, okullarda şatafatlı büyük sözler ediyorlar; yalanla doğruyu, gerçekle sahteyi bir ediyorlar; görüntüyü asıla tercih ediyorlar. Ve mutlu olmaya başlayacakları her an, mutluluklarını resmedebilmek için, mutluluklarını terk ediyorlar. Lets teyk e selfi.

Gerçeklik algısının yitirildiği günlerde, hakikatin hiçbir ölçüsü kalmamış gibi savruluyoruz böyle, ben ve biz.

Gördüklerimizle aramız iyi değil. Duyduklarımız iç organlarımızı parçalıyor. Sevdiklerimiz tarafından terk edildiğimizi hissediyoruz. Duyu organlarımız sonu gelmez biçimde uyarıyorlar, beni ve bizi. Gördüklerine, duyduklarına karşı duyarsızlaşmazlarsa yüreğimiz parçalanacak. Bir çocuğa yapılan tecavüzü, bir hayvana yapılan zulmü, birisi açken diğerinin tıka basa doymuş olmasını kaldıramıyor ne bedenimiz ne aklımız, ne benim ne bizim. Elimizde kalan vicdanımızla saldırıyoruz yeldeğirmenlerine. Oysa büyük sözler ediliyor kafelerde, barlarda, sokaklarda, yaşamın yaşam dışında her şeye benzediği her yerde. Herkesin her şeye, her şeyin herkese benzediği coğrafyada.

Güzel kıyafetler, leziz yiyecekler, şık ve kibar kadın ve erkeklerle çeviriyor etrafımızı. Oysa ben ve biz, tarihin hiçbir döneminde bunca çalışıp, bunca yorulup, bunca hakir görülüp bu denli uykusuz kalmamıştık. Farkındayız. Ama farkında olduğumuzun farkında olmamamız yaralıyor beni. Farkındalığın içinden çıkarılması gereken daha derin bir farkındalığa ihtiyaç duyuyorum, duyuyoruz, ben ve biz. Aksi her durumda efendileri için, kendi boğazlarını kesen bir yığının içinde gibi hissediyorum kendimi.

Çünkü her şeyi bildiğimizi, bildiğimize hakim olduğumuzu sanıyoruz, sandırıyorlar. Sanmak yeni çağın tek bilgi kaynağı. Zanlarla yönetilen yığınların ortasında ağlıyoruz, ben ve biz.

Biraz oturmaya ihtiyacım var şimdi, önce durmaya, acele etmemeye, söz vermemeye, verdiğim sözleri tutmamaya ihtiyacım var. Sevmeye değil, sevilmeye; dokunmaya değil dokunulmaya; aklımı ve bedenimi suya bırakmaya. Aksi halde un gibi savuruyor hayat beni. Bir söğüdün dalını eğer gibi eğiyor başımı. Elim yüzüm kendi tozumla kirleniyor. İnsan kendi bedenini savurur mu boşluğa, savuruyor. Üstelik mutluluk sanarak bunu.

Oturmaya ihtiyacım var. Bir dağ başıyla, şehrin ortasındaki kalabalığı bir kılan dinginliğe. Devrim olacaksa işte bu dinginlikten doğacak biliyorum. Ruhumun dinginliğe ihtiyacı var. Ruhumun, bir dağ başına. Ruhumun kalabalığa, sessizliğe. Ruhumun kimsesizliğe… Devrim bu sessizlikten çıkacak biliyorum.

İnsanlara bakmalıyım. Her gün birbirine daha fazla benzeyen insanların bedenlerindeki çeşitlilikle rahatlatmalıyım ruhumu. Birinin yüzündeki yara, birinin kolundaki özür, birinin burnunun büyüklüğü, diğerinin kel oluşu, çirkinlik ve güzelliğin türlü halleri. Her insandaki arzu ve bedeni diri tutan o tutku. İnsan -özgürleşse de, bastırılsa da- onların önlenemez varlığı. Dinginlik bu.

Yokla hiç arasındaki o büyük boşluktayız şimdi. Ben ve biz. Bütün bir felsefenin kendisini yerleştirdiği, inşa ettiği o büyük vahadayız. Elimiz yüzümüz çöl. Ne yana dönsek büyük bir anlatının serabı, ne yana dönsek bizi tekleştirmeye meyleden büyük hikâyeler, ne yana dönsek kendimiz ve biziz.

Öpüşen bir çift var şurada, onlara mı sığınmalı?

Biraz dinginliğe ihtiyacım var, bir bankta yalnız başına oturmaya.