Girizgâh: Haftalardır yazamıyorum. Neden mi? Hani bir tabir vardır, “Şiştim yahu!” diye… Etrafınızda öyle şeyler olur, öyle sözler edilir ki, hafakanlar basar ve üstelik elinizden bir şey gelmez...

Girizgâh: Haftalardır yazamıyorum. Neden mi? Hani bir tabir vardır, “Şiştim yahu!” diye… Etrafınızda öyle şeyler olur, öyle sözler edilir ki, hafakanlar basar ve üstelik elinizden bir şey gelmez, çaresiz kalırsınız, hep içinize atarsınız ve resmen şişersiniz. Hem de bazen kelimenin gerçek anlamıyla! Meğer ben de şişmişim! Yani karnımdaki feci şişkinlik ve spazmlar nedeniyle üst üste iki ameliyat geçirmemin, hatta dediklerine göre öbür tarafa gidip gelmemin ve iki hafta kadar yoğun bakımda tutulmamın sebebi buymuş. Hastalığım esas olarak psikosomatikmiş, yani stresten, yani şuna buna kafayı takmamdan kaynaklanan bir nevi “kolit”; bir metrelik iltihaplı bağırsağımı kestikleri ameliyattan sonra, şu anda nekahet dönemindeyim. Zihnimi de tam toparlayamadım, sürçü lisan edersem, peşinen af ola…

•••

Bu vesileyle, olup bitenler karşısında zihnini toparlayamayan, sorunlar şiştikçe şiştim durumuna gelen arkadaşlarıma da naçizane bir önerim olabilir: Sorun alanını genişletin! Gözümüze “sorun” diye soktukları sahte denklemlerin dışına çıkıp algılayın bütün her şeyi. Bakın işte son günlerde tarihin en büyük sahtekârlığı ve palavrası üzerine dönüp duruyor bütün istikbalimiz: Demokrasi, kuvvetler ayrılığı, milli irade, yargı darbesi vesaire…

Demokrasi deyince son iddia şudur: Çevre merkeze el koydu! Burada (Ankara’yı, yani silahlı-silahsız bürokrasiyi belirleyen) İstanbul sermayesi merkez ve Kayseri vb. sermayesi de çevre oluyor ve bu “çevre” de bize halk diye yutturuluyor. Yalan mı? Çevre ve merkez bir fasit dairedir, bir kısır döngüdür, kapalı bir çemberdir. Kapatıldığımız, hapsedildiğimiz bu çemberin içinde belki “özgürce” solculuk dahi yapılabilir. Ama bu çemberin dışında kalabilmek, işte bu devrimciliktir! Çünkü devrimcilik, sisteme, sistemin işleyişine onun çemberinin dışında kalıp itiraz ve isyan etmektir.

Deniyor ki, sistemin kâğıt üstünde, anayasada tarif edilen “kuvvetler ayrılığı” prensibi var. Yasama, yürütme, yargı. (Ha bir de,  parası olanın düdüğü olan “dördüncü kuvvet” medya var, lejyoner medya.) Yok yargı darbesiymiş, yok çoğunluk diktasıymış… Boş laflar bunlar…  Yargıymış! Gücünü anayasadan alan bir yargı… Hangi anayasa? 12 eylülcülerin anayasası; ama diğerlerinin gönlündeki “yeni” anayasa da, bir punduna getirseler, İslami esasa dayalı meşverete dayalı şuralar sistemi değil mi? Adil yargılama mıymış? Öyleyse, bana yoksulluğa, sömürüye karşı, eşitlikten özgürlükten yana, emekçiler çıkarına tek bir yargı kararı gösterin. Selam durayım. Yasamaymış! Tek bir yasa gösterin ki, yine yoksulluğa, sömürüye karşı, eşitlikten özgürlükten yana, emekçiler çıkarına olsun. Gösterin ki sosyal güvenlik yasasını dahi unutayım. Yürütmeymiş! Hükümetin bu minvalde tek ama tek bir icraatını gösterin: İşte 1 Mayıs, işte tersane işçileri, daha dün bir işçi daha öldü; işte cop, biber gazı, polis diktatörlüğü. Ama AKP Hükümeti milli iradeyi temsil ediyormuş. DTP de Kürtlerin iradesini temsil etmiyor mu? Kürtlerin iradesi “çilli” irade mi? Buyurun, parti liderleri tek başlarına “seçilecek” millet-”vekillerini” atama yoluyla tespit ediyor, seçmen gidip onlara oy veriyor, üstüne bir de yüzde on barajı; buyurun, demokrasi!

Sınıf çatışması? İşte böyle bir şey yok sayılıyor. Varsa da sadece Kayseri’deki işadamları ile İstanbul dukaları arasındaki kuvvetler ayrılığından kaynaklanan bir sınıf çatışması akla geliyor. Çünkü çevre de onlar merkez de… Şimdi böyle bir kuvvetler ayrılığında bizim bir yana ağırlık koymamız kadar saçma bir şey olabilir mi? Şiştiniz değil mi? Şişmeyin. Şişmek istemiyorsanız bu fasit dairenin, bu kapalı çemberin mutlaka dışına çıkın. Onların çemberinin dışında fiili bir sınıf mücadelesi var. Ezen ve ezilen sınıflar arasındaki kuvvetler ayrılığı, son çözümlemede, sistem içindeki kuvvetler ayrılığından daha fazla belirleyicidir. Çünkü sömürülen sınıfların olduğu her yerde, sistemin çemberini kıracak bir devrim mayalanır. “Devrim! Hemen şimdi” sözü bu mayalanmayı anlatır. Bunun anlamı da sakallı Marx’ın “artık dünyayı yorumlamak yetmiyor, onu değiştirmek lazım” şeklindeki ünlü 11. Tez’indeki iddiadır.

Doğan Tılıç da geçen gün aslında “Devrim hemen şimdi” demişti: “Sorunların yaşandığı yerde sorunları yaşayanlarla birlikte olmak, oralarda günlük ve geçici değil kalıcı ilişkiler kurmak, dayanışma dediğimiz şeyi pratikte göstermek, yoksullukla mücadeleyi sadaka dağıtımına değil mahallede kurulan dayanışma ağlarına havale etmek…” Ayrıca, bu hatırlatmayı pekiştirmek için, tavsiye ederim, İnönü Alpat’ın “Devrimciler Kiraz İşçileridir” yazısını lütfen bir kez daha okuyun. Yani devrimciliğin bir “mutluluk sanatı” olduğunu…

Ve işte tam da bu mutluluk uğruna iğneyle kuyu kazmayı göze almak olduğunu. Marx 11. Tezi yanı sıra kapitalizmle birlikte tarih sahnesine burjuvazinin mezar kazıcısı proletaryanın (21. yüzyıl tabiriyle tüm ezilenlerin ve emekçilerin) çıktığını ilan etmişti. Demek ki, başlangıçta iğne ile kuyu kazdığımızı pekâlâ bileceğiz. Ama işimiz kuyu kazmak, sistemin mezarını kazmak ise... Bu “işi” de mutlaka sürdüreceğiz. Çünkü ancak kuyu kazarken kibarlıktan, çıtkırıldım “özgürlükçülük”ten kurtulabiliriz. Devrimi kibar değil “kazma solcular”, kazma tutanlarla birlikte yapacak, başka bir devrimci yol henüz icat edilmedi. Bugün devrimcilik, devrimin hemen olmayacağını bile bile “devrim hemen şimdi” diyebilmektir. İnanın ki, devrimcilik bu yüzden “iyi, güzel ve ahlaki” bir tercihtir.