Devrimci siyaset ve günü kurtarmak
Oğuzhan Müftüoğlu. (Fotoğraflar: BirGün)

Editörün notu…

Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine doludizgin ilerliyor. Seçim sürecine, anına ve sonrasına dair onlarca soru hepimizin zihninde uçuşuyor. Sol güçler de bu kafa karışıklığından nasibini almış gözüküyor. Bugünü tartışırken gazetemizin arşivinden bir söyleşi önümüze düştü. Devrimci hareketin önde gelen isimlerinden ve BirGün yazarı Oğuzhan Müftüoğlu ile 1 Ekim 2015’te yayımlanan bir söyleşi yapmışız. Yani 7 Haziran seçimlerinden sonra 10 Ekim Katliamı’nın hemen öncesinde yapılan bir söyleşi. Söyleşiyi okurken gördük ki aradan geçen 7 yıla rağmen iktidar blokunun pozisyonundan, muhalefetin yapması gerekenlere ve devrimcilere düşen sorumluluğa kadar birçok soruya verilen yanıt bugünün aktüel sorularına da ışık tutuyor. Bu nedenle biz de bu söyleşiyi bir kez daha yayımlamayı gerekli gördük.

Yanıtların güncelliği söyleşiyi 7 yıl sonra bile önemli kılmaya devam ediyor.

7 Haziran’ın ardından AKP’nin tek başına iktidarını kaybettiği ve görece gerilediği siyasi tabloya rağmen ülke her gün ölümlerin yaşandığı bir savaş atmosferinin içine girdi. 1 Kasım erken seçimleri yaklaşırken televizyonculuk deyimiyle yeniden mikrofonu Oğuzhan Müftüoğlu’na uzattık...

SİYASETE BEŞİNCİ BİR FAKTÖR GİRMELİ

7 Haziran seçimlerinden önce sizinle kamuoyunda çok tartışılan bir söyleşi gerçekleştirmiştik. O günlerde “Seçimde hangi sonuç olursa olsun bu karanlık gidişte esaslı bir değişim olacağına inanmıyorum” demiştiniz. Seçim sonuçları sonrası nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle AKP’nin tek başına iktidar şansını kaybetmesi elbette önemliydi. Ancak sonuçta bunun yeterli olmayacağı belliydi. Nitekim mevcut siyasi tabloda sürece müdahale edebilecek bir seçeneğin olmaması nedeniyle ülkede yaşanan karanlık gidiş açısından olumlu bir değişim olmadı.

Ortaya çıkan dört partili parlamentoda, bir yanda AKP ile MHP’den oluşan (yüzde 60) gerici faşist blok, diğer yanda (aslında ne yanda olduklarına herhalde kendileri de karar veremeyen) CHP, bir de HDP...

"Matematik matematik" deniyor ya; ister çarp, ister topla, bu dört işlemden devreye beşinci bir faktör girmeden ülkenin geleceği açısından barış, demokrasi ve özgürlükten yana umut besleyebileceğimiz bir sonuç çıkamaz.

Bu günkü koşullarda bu çemberi kırabilecek bir beşinci faktör, ancak parlamento dışındaki devrimci–toplumsal muhalefet güçlerinin birlikteliği üzerinde kurulup geliştirilebilir. Bu yüzden devrimci bir seçim siyasetinin de buna göre belirlenmesi, bütün yığınağın da buraya yapılması gerekir. Mevcut partiler içinde ona oy verelim, bunu destekleyelim, tamam da, asıl işimiz ülkenin ve halklarımızın geleceği için hayati önem taşıyan bu seçeneğin yaratılması.

Bizim bütün söylediğimiz özetle bundan ibaretti ve bugün de ortadaki mesele özünde bundan başka bir şey değil.

Bu görüşlerimize “Seçimlerde net tavır almamak”, “siyasetsizlik” diyenler oluyor. 7 Haziran’da Nazlı Ilıcak’tan, Ahmet-Mehmet Altan’a, sol guruplardan sıradan insanlara kadar, AKP gerilesin diye veya dayanışma adına HDP için oy kullandı; kimi ittifak karşılığı vekillik talep ederek, kimi bir şey talep etmeden ‘Dayanışma’ diyerek, kimileri destek bildirileri yayınlayarak... Arada "destekliyorum" diyerek kendine destek arayanlar da dahil bütün bunlar reel siyasetin gerekleri ‘makul’ görülse de seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo tavrımızın bugün için de geçerli ve güncel olduğunu ortaya koyuyor.

Bu tür ‘siyasetsizlik’ (ya da Marjinallik) eleştirilerinin Türkiye’de 12 Eylül ürünü, barajlı, yasaklı, hileli hurdalı bir seçim sistemine göre şekillenmiş liberal siyaset anlayışlarından kaynaklandığını düşünüyorum. (Şimdi HDP barajı geçti ya, sanki bütün mesele sadece buymuş gibi kimse barajın kaldırılmasından falan söz etmez oldu!) Bu ortam reel siyaset açısından sadece solu değil, çok geniş toplum kesimlerini kendi inandığı parti ve siyasetlere değil sadece temsil imkânı bulan düzen içi belirli partilerden birini (siyasetsiz kalmama adına) seçmeye yönlendiriyor.

Sol açısından kendi özgücüne dayanan siyaset anlayışları yerine kendi dışındaki güç ve partilere bağımlı/simbiyotik karakterli siyasal anlayışların daha çok yaygınlaşmasının nedenlerinden biri bu.

Ben HDP yönetimlerinin (Kürt hareketinin kazandığı büyük toplumsal destekten güç alarak) Türkiye solunu dizayn etmeye dönük müdahalelerinin de bunda önemli bir katkısının olduğunu düşünüyorum. Belki iyi niyetle, dayanışma amacıyla yapıldığı söylenecektir, ama sonuçta bu durum sol içinde ciddi bir mücadele yürütmeden, her dönemde güçlenen siyasi hareketlere eklemlenerek kendine destek bulmaya çalışan ‘asalak’ bir liberal siyaset tarzını besleyen bir rol oynuyor. Zaman zaman Kürt hareketinin içinden de seslendirilen rahatsızlıklara sebep olan bu durum ülkede devrimci siyaset anlayışlarının gelişmesi açısından bozucu bir etki yapıyor.

Oysa bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş açısından hayati bir önem taşıdığı kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak bu gün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil.

1 Kasım’da yapılacak seçimlerde de köklü bir değişime yol açmasa bile yine de devrimci muhalefet açısından pozitif imkânlar yaratabilecek bir taktik olamaz mı?

1 Kasım’da nasıl bir seçim olacağını bilemiyorum.

Bu gün Türkiye’de AKP politikalarının sonucu Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de yaşanan savaş halinin etkisi altında, kısmen bir iç savaş hali var. 7 Haziran öncesinde sahnelenen provokatif saldırıların amacının ‘Suriyelileştirme ve iç savaş’ olduğunu söylüyorduk. Şimdi bu ihtimal en azından ülkenin bir bölümünde yaşanır durumda.

AKP’nin tepesindeki zevat, ellerindeki iktidar gücünü bırakmamak için bütün ülkeyi yakabilecek kadar gözlerini karartmış.
Aslında ortada meşru bir hükümet de yok, Cumhurbaşkanı devletin idare sistemini değiştirdiğini söylüyor ama ülkenin hangi sisteme göre yönetildiği de belli değil, bir tür darbe hukuku geçerli durumda; parlamento çalışmıyor ama savaş yasaları çıkarılabiliyor, hatta yürütülüyor.
Bu koşullarda seçim yapılacak mı, yapılacaksa nasıl bir seçim olacak bilemiyorum. Bütün bunlar mevcut koşulların devrimci bir siyasi hattın ne kadar yakıcı bir güncelliğe sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Elbette öyle veya böyle bir seçim gündeme gelince yerine geçirilecek bir iktidar seçeneğimiz olmadığı için çok fazla bir şey değişmeyecek de olsa, yapılabilecekler belli:

•Özellikle iktidarın muhalefet partilerine karşı uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına, haksızlıklara karşı aktif şekilde mücadele etmek,

•Oy hırsızlıklarını önlemek için sandık güvenliğini sağlama konusunda gelişen örgütlü, örgütsüz bütün ilerici muhalif çevrelerle birlikte çalışmak,

•Ortaya çıkabilecek muhtemel bütün olumsuz sonuç ve gelişmeler karşısında direnişi, dayanışmayı ve birleşik mücadeleyi genişletmek, yaygınlaştırmak ve büyütmek için...

Çünkü (7 Haziran’dan önce söylediğimiz gibi) şimdi daha iyi biliyoruz;

Biz, daha iyi daha özgür ve eşit bir dünyada yaşamak isteyenler, bu soygun ve talan düzeninden, hırsızlıktan, yolsuzluklardan, zalimlerden, din bezirganlarından, bizi kendi kafalarındaki bir kör karanlığın içinde boğmaya çalışanlardan kurtulmak isteyenler, genci yaşlısı, kadını erkeği, işçisi köylüsü, aydını cahili, mahallede, sokakta, iş yerlerinde, bütün ülkede birleşip örgütlenerek mücadele etmeden asla kazanamayız!

SOL Parti’nin Ordu’nun Fatsa ilçesinde gerçekleştirdiği mitinge binlerce fındık üreticisi katılmıştı.SOL Parti’nin Ordu’nun Fatsa ilçesinde gerçekleştirdiği mitinge binlerce fındık üreticisi katılmıştı.

BARIŞ PAZARLIKLA DEĞİL UZLAŞIYLA ELE ALINMALI

Kürt sorunundaki gelişmeler son dönemlerde cok daha ciddi bir çatışma boyutuna ulaşmış durumda. Seçimlerden sonra ülkenin bazı bölgelerinde özyönetim ilan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son dönemlerde Cizre ve Varto gibi bazı ilçelerde gündeme gelen özyönetim ilanları, Ortadoğu bütünlüğü içinde gelişen Kürt hareketinin gelişme dinamiğinin bir parçası olarak ortaya çıkan bir durum. Bu konuda ‘Demokratik Özerklik’ vb. konularındaki ideolojik tartışmaları bir yana burakarak öncelikle şunu söylemek lazım: Bizim devrimci anlayışımıza göre bir bölgede yaşayan insanlar, dini dili ırkı mezhebi ne olursa olsun, baştaki birtakım zorbaların veya birtakım emperyalist güçlerin haritalar üzerinde cetvelle çizdikleri çizgilere göre, silahlarla, toplarla, vurup kırarak, öldürerek kendilerine dayatılana göre değil, kendi özgür iradeleriyle, nasıl isterlerse öyle yaşamalı. Bu konudaki temel duruşumuz bu olmalı.

Bu aşamada şimdi barış meselesi artık AKP ile, devletle Kürt hareketi arasında (zaman zaman nice canlara malolan bir düelloyo dönüşen çatışmalar eşliğinde yürüyen ) bir pazarlık ve uzlaşma meselesinden çıkarılmalı, halklar arasında gönüllü özgür birlikteliği esas alan bir ‘toplumsal uzlaşma’ konusu olarak ele alınmalı.