“Deli miydik hepimiz? Bir aşiretin ya da cemaatin geleceği tehlikede olunca, kadınlarla erkeklerin hayatlarını hiçe saymalarına yol açan ne türden bir sır saklıydı insan genlerinde? Bir fikir uğruna...

“Deli miydik hepimiz? Bir aşiretin ya da cemaatin geleceği tehlikede olunca, kadınlarla erkeklerin hayatlarını hiçe saymalarına yol açan ne türden bir sır saklıydı insan genlerinde? Bir fikir uğruna, başkalarının özgürlüğü için canlarını vermelerini mümkün kılan nasıl bir dürtüydü? Kahramanlık güdüsü nasıl böylesine güçlü olabiliyordu? En çok hayret ettiğim ve olağanüstü bulduğum, adanmışlıkla birlikte gelen gerçek mutluluk ve doyumdu. Hayat, benzersiz bir anlam, amaç ve yön kazanıyordu. Dört başı mamur bir duygu, olağanüstü bir dayanışma, içten duygusal bir bağ, tanımadığın yüzlerce insanla, kalabalıklarla paylaşılan, yalnızlığın ya da tecrit edilmişliğin buharlaştığı bir yakınlık. Herkesin mutluluğu için verilen mücadelede, her şeyden önce insan kendi mutluluğunu buluyordu.”

Sanırım anlaşılmayan bu işte.

Sanırım, bu soruların muhatabı ve böylesine bir hayatın tarafı hiç olmamışlar. Duygularla bağlanmanın, aşkla sevmenin, tutkuda ısrar etmenin, bir ömür boyu devrimci kalabilmenin hazzını hiç tatmamışlar. 

Sanırım, deli olup olmadıklarını sorgulamaya hiç ihtiyaç duymamışlar. Devrimciliğin sadece akıllı, uslu insanlara bahşedildiğine inanmışlar.

Kadın ve erkeklerin, hayatlarını hiçe saymasına tanıklık etmemişler; o kadın ve erkeklerin arasında hiç bulunmamışlar; hiçbirini tanımamışlar. İşkencede, cezaevinde, gecenin içinde… Ne korkmuşlar, ne ağlamışlar, ne başlarını yaslayacak bir omuz aramışlar.

Bir fikir uğruna canlarını yok saymamışlar; canlarını yok sayanları anlamamışlar; bu duyguyu bir şeye benzetememişler, inandırıcı bulmamışlar. Arkadaşları yerine ölmek istememişler. Ölemedikleri için, af dilememişler tarih önünde. 

Onların lügatinde kahramanlık sözcüğü “ucuz” önekiyle geçmiş hep. Kahramanlığa, fedakârlığa ihtiyaç duyacak bir hayat yaşamamışlar.

Aç kalmamışlar örneğin. Açlığı saklama çabasının nasıl bir baskılanma olduğunu, ‘açım, param’ yok demek durumda kalmanın kahrediciliğini bilmemişler.

Devrimci olmanın aslında ‘mutlu olma sanatını’ icra etmek olduğunu kavramamışlar. Hiç sanatçı olmamışlar; kendileri yapmasalar da icracılara saygı duymamışlar.

İnsanın bir başkası için, hadi biraz daha serbestini yazalım, toplumun kurtuluşu için değil, aslen kendisi, kendi mutluluğu, kendi huzuru için devrimci olmayı seçtiğini, devrimci olma ısrarının, mutluluğunun bir ömre yayılmasını sağladığını fark edememişler.

Devrimci olmanın bireylerle ilgili olmadığı gerçeğini atlamışlar. Aksi değerlendirmelerin nasıl da yaralayıcı olabileceğini kestirememişler.

Bireysel çıkarların, solcuların başına gelen bin musibeti akla getirince, devede kulak bile olamayacağını, olmaması gerektiğini ve zaten sola büyük kötülük anlamına geldiğini görememişler.

Devrim anı ile “kiraz mevsiminin” neden örtüştüğünü, neden devrimcilerin aslında kiraz toplayan işçiler sayılması gerektiğini, mayısta başlayıp haziranda tamamlanan zaman diliminde neden bu kadar çok kardeşimizi kaybettiğimizi akıllarına hiç getirmemişler.

Başlangıçta, Sandinist şair Gioconda’dan aktardığım pasajın ve benim ardından sıraladığım dağınık satırların kıssadan hissesi şudur: Kaderde ‘tarihin çöplüğüne’ gönderilmek varsa, unutulmasın kiraz mevsimi de yok edilmelidir. Kiraz mevsimi yok edilemezse, kiraz işçilerini yok etmek mümkün değildir.

Eğer “defterimiz dürülürken” yanı başımızda, “kiraz mevsiminde” yitirdiğimiz arkadaşlarımız olacaksa, “hazan mevsiminde” aramızdan ayrılanlar olacaksa, baharı yaza bağlayan gece kaybettiklerimiz olacaksa, hasatta bize veda edenler olacaksa, kar altındakiler olacaksa, çocukluğumuzdan kalma ifadeyle; çeşme başına ilk ben yetiştim; ilk kan benim.