O da neymiş?” demeyin. Var böyle bir şey. Ben hep öyle hissettim. Cengiz’le (Yücel) 1978’de ODTÜ’ye geldiğimde tanışmıştım. Yazının başlığının insan haliydi Cengiz. Boylu poslu, atak, kavgaya hep önde gidenlerden…

Tatile çıktığım gün bu dünyadan ayrıldı Cengiz. Hastaydı ama yine de hiç beklemiyorduk.

Yazmaya tutkulu emekli öğretmen abimiz Hasan Göztepe’nin denemelerinden oluşan Geldik Bugüne kitabı titizlikle derlenmiş özlü sözler antolojisi gibi. Bir yazısının sonunda Castro’nun şu cümlesi var: “Diktatörler yenilirse her şeyini kaybeder; biz yenilsek de yeniden başlarız.

Bu söz de pek uygun düşüyor “Devrimciliğin Artvin hali”ne. 1984’de bir dağ köyünde çatışmada öldürülen Ahmet Pehlivan bu halin en temsilcisiydi benim için! 17-18 yaşımda Ali Hoca olarak tanımış, sonra yıllarca onun el hareketlerini taklit etmiştim konuşurken.

***

Devrimciliği “öğrenci işi” sandığım ve iş güç sahibi birilerinin devrimciliğine biraz da hayranlıkla şaşırdığım zamanlardaydı. Bizim memlekete Artvinli bir öğretmen gelmişti. Hoca! Adını hiç öğrenmemiştim; Hoca aşağı, Hoca yukarı…

Cengiz’in esmer haliydi biraz. Onun gibi boylu poslu, cesur… İş güç sahibi olmasını bir yana koyup, bizimle yazıysa yazı çiziyse çizi… “Devrimciliğin Artvin hali”nin bir başka örneğiydi.

Şimdi bizim gazetenin Yönetim Kurulu Başkanı İbo (İbrahim Aydın)… O da maşallah boylu poslu. Tarık Torun, bir solukta okuyup bitirdiğim, “roman tadında” demenin yetersiz kalacağı öz yaşam öyküsü “Ömrümün SOL Hali”nde cezaevindeki açlık grevlerini anlatırken “Yakışıklı” yazmış adının karşısına. Cezaevine düştüğünde daha 18’inde bile değilmiş! Artık ister havası deyin ister suyu, bir şeyleri vardı ki Artvin’in, çocuklardan koca koca devrimciler yapıyordu!

***

Tarık Torun, o boydan postan yana fukara, yukarıda saydıklarıma benzemiyor pek. Kendisine haksızlık etmediyse kitabında, yakışıklı da değil. Ama “Ömrümün SOL Hali”ni okuyan hak verecektir, yazarlığı “Devrimciliğin Artvin hali” gibi. Çok iyi yani!

12 Eylül öncesinin taşrasını, taşrada ortaokul, lise sıralarında başlayan devrimcilikleri, polisle ve işkenceyle ilk tanışmaları, 12 Eylül’le birlikte dağa çıkışları, işkencede her şeyden çok kendilerine kol kanat geren “halkımıza” zarar vermeme duyarlılığını, Diyarbakır-Mamak-Metris gibi hakkında çok şey okuduklarımız dışındaki cezaevlerindeki hayatları, oralardan çıkanların sudan çıkmış balık gibi içine atıldıkları yeni hayatları öylesine doğal, öylesine samimi anlatmış ki…

***

Ardanuç’u, oradaki insan ilişkilerini, esnafını anlatırken de adeta “kasaba sosyolojisi” yapıyor!
Geçenlerde Rusya-Ukrayna savaşı bahsinde bir arkadaş, “Birileri de bunlara dersini vermeli” diye NATO’ya ve Batı’ya karşı Rusya’ya destek verince, Tarık’ın kitabından bir bölümü aktardım. Artvin yöresinde operasyonlardan iyice bunalan 11 kişilik bir devrimci grubunun “SovyetlerGürcistan’ına sığınışını, orada iyi karşılansalar da Moskova’dan gelen bir talimatla silahları alınıp MİT’e de haber verilerek tekrar bu taraf gönderilmeleri hikâyesini. Orada “Sovyetler” burada da “12 Eylül” varken bile böyle yapmışlar, bir yanlışa karşı çıkarken bir başka yanlışı savunamayız diye…

Başlıkta “Devrimciliğin Artvin hali” dedim ama her hali güzel devrimciliğin. Kafamızda kalan son üç beş telin de ağardığı şu zamanlarda, bizden yaşlılar ve bizim yaşımızdakiler birer ikişer ayrılırken bu dünyadan çok daha iyi anlıyor insan. Tarık’ın da kitabının sonunda dediği gibi; “Bizimkisi arkadaş sıcaklığındaki devrim(di), o yüzdendir yetmişindeki arkadaşların yüzlerinde hiç yaşlanmayan gülüşler.