Ekim Devriminden sonra sanat üzerine tartışmalar, hemen hemen İç Savaşın sonrasında başlar. 1921 yılından sonra Yeni Ekonomi Politikasının uygulanmaya başlamasıyla, Sivil hayat yeniden canlandı ve toplum yeniden Savaş Öncesi dönemdeki ekonomik düzeye doğru ilerlemeye başladı. Aynı yıllarda ilk canlanan sanat tiyatro oldu, bir sürü avant-garde sahnelemeler büyük ilerlemeler gösterdi, özellikle tiyatroda geçmiştekine göre halkı sanata katmanın, halkı canlandırmanın etkin yollarından birisi oldu.

Bu anlamda Sanat büyük oranda toplumun yeniden kuruluşuna katıldı, sinema da işler ise daha farklıydı:
Çünkü Çarlık Rusya’sının sinema sektörü çok büyük oranda Ekim Devrimine karşı çıkmıştı, ham filmleri, kameraları, teknik ekipmanı… alarak yurtdışına çıktılar. Özellikle de büyük kentler olan St. Petersburg ve Moskova’daki bine yakın sinema salonu terk edilmiş hale düştü, bu sinemalarda ancak yüzlercesi düzenli film gösterebiliyordu, bunların da çoğu sürekli yenilenmiş filmler göstermiyorlardı.

Sovyetler Birliğindeki Sinema Sanatının dünya ile ilişkisinin en önemli farklarından birisi nettir, Sovyetler Birliğinde Ekim Devriminden sonra sinema sanatının kuramı ve teorik deneyleri (sinema dili açısından ve özellikle kurgu üzerine) sinema pratiğini yani film yapma süreçlerini öncelemiştir. Bu tarihsel olarak Batılı ülkelerden farkıdır. Aslında dünya sinemasıyla arasındaki en temel fark şurada: Sovyetler Birliğinde 1919 yılında ilk kez sinema sanatı üniversite bünyesine taşınıyor, yani Sovyetler Birliğinde Enstitü kuruluyor (önce GİK, sonra da VGİK). Daha sonrasına bakıldığında ellerinde yeterince ham film olmadığı ve ithalat da uluslar arası ilişkiler nedeniyle mümkün olmadığı için ellerindeki pozitif filmleri inceliyorlar ve anlamın nasıl oluştuğunu bulmaya çalışıyorlar. Kurgunun Sovyet Sinemasındaki önemi buradan gelir, anlam ile kurgu arasındaki ilişkiyi pozitif filmler üzerinden bulmak ve buradan sinema dilinin nasıl oluştuğunu araştırmak. Sovyet Sineması daha sonra bunları kendi filmleri için uygulayacaktır.

Bu araştırma ve film yapma deneyleri sonrasında sinemanın gücünü keşfetmelerine ve daha sonrasında ise sinema ile propaganda ilişkisine anlamalarına ve kullanmalarına yol açtı. Agitki denilen bu süreçlerin propaganda filmlerinin sonrasına mirası sanata çok işlevselci yaklaşmak ve hatta sanatın estetik ve duyumsama ile ilişkisini azaltıp, sanatın toplumun yeniden kuruluşunda çok aktif biçimde kurulması için çalışmak oldu. Dönemin sanatının en temel özelliklerinden birisi, dünyayı kavrayışlarının büyük oranda mekanik-materyalist nitelikte olması olmuştur: bu mekanik materyalist nitelik çok zararlı oldu, dünyayı değiştirmek için gerçeklikle oynama hissine neden olur ki daha sonrasında sanatın kendisi bir araç olarak düşünülür, kavranır, bu ise sanatın ve sanatçının doğasına terstir.

Sovyet Sanatı büyük oranda yepyeni nitelikler kazandırdı sinemaya, bunların başında filmlerinin olay örgüsünün esas yapısı itibarıyla değişmesidir: ilk önce filmlerin merkezine kitleyi getirdiler, eserin öznesi ya da protagonisti olarak kitle alınınca söylem ve anlam da değişti. Bu anlamın en önemli özelliği giderek daha fazla dünyaya bir direniş üzerinden anlatı sunmalarıdır. Sovyet Sanatının büyük paradoksu çok nettir: Devrim öncesini anlattıklarında büyük eserler verdiler, ama Devrimden sonra özellikle kolektivizasyon ve 5 yıllık sanayi kalkınma hedefleri için çabaladıklarında sanat yetersizleşti, giderek filmler bir propaganda malzemesi olarak görülünce, ruhsal ve duyumsal derinlik azaldı. Örneğin Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı son derece büyük bir filmdir, ama aynı büyüklüğü bundan yaklaşık 13 yıl sonra çektiği 1938 yapımı Aleksandre Nevski filminde göremeyiz, aradaki fark, birinde keşfetmek için birinde ise propaganda yapmak için sinema yapma çabasından gelir.

Sanatın propagandaya indirgenmesi ya da sanatın propaganda karakterinin başat olması sanatın duyumsanma, yaşanmışlık hissi ve insanın anlam aranışını azaltır, batılı dünya bu anlamda bu paradoksun farkındadır, ama genel olarak batılı dünyada doğrudan propaganda filmlerinden ziyade “filmler bir pazarlama aracı olarak” kullanma bir eğilim haline geldi.

Sovyetler Birliğinde ise genelde meta pazarlamak için değil, propaganda aracı olarak kullandığı için söylem siyasetle belirlendi, ama bu da söylemi tekilleştirdi, zayıflattı: zafer söylemi yüksek sanat bağlamında eseri zayıflatır, insanın yenilgisi yüksek sanatta zaferinden daha önemlidir, ama ticari filmlerde tam tersi görülür. Ticari filmler zafere odaklanır, adım adım meşakkatli bir yoldan geçerek zafere erişilmesi kitle düşünüldüğünde daha büyük başarı getirir.

Sovyet Sanatı propaganda yaparken sanatın söylemi tekilleştirmekten yoksullaşmış bir dönemi özellikle 1930-45 arasında yaşadı. Sonrasında ise sanat kayıpların etkisiyle lirikleşirken daha duygusal ve etkile hale geldi.
Ne yazık ki Eisenstein’ın engellenmesi yapacağı filmleri büyük oranda azalttığı için bugün Sovyet Sinemasında ne kadar farklı filmlerin yapılabileceğini bilmiyoruz: çünkü genel olarak bakıldığında 1919-1945 arasında çok etkili olmuş ve aynı zamanda düzenli filmler üretmiş bir kuşak yoktur. Sınırlı sayıda, eşitsiz ve ara sıra çok önemli eserler vermiş yönetmenler var.