Devrimin gerisinde kalan devrimci

Gökhan Yavuz DEMİR

Bazı romancılar mühendistir. Onların romanı bütünlüklü bir yapı arz eder; bu bütünlüklü yapıda hiçbir boşluk ve keşif ihtimali yoktur. Bazı romancılar ise seyyahtır. Bu romancıların romanlarında her gizem ve boşluk, romancının yıllar içindeki yolculuğuyla açıklık kazanır veya kendini ifşa eder. 2018’in başlarında kaybettiğimiz Ursula K. Le Guin işte böyle seyyah bir romancıydı. Romanlarındaki evreni bir defada mükemmelen inşa etmekten çok, o evrenin içinde gezindikçe yeni bir şey, yeni bir detay keşfetmeyi severdi.

O nedenle Le Guin’in birbirinden ayrı ve bağımsız sekiz romanı ile on üç hikâyesinden oluşan ‘Hainli Döngüsü’ asla bütünlüklü bir yapı arz etmez. Hepsi de aynı evrenin farklı mekân ve zamanlarına aittir. Devamlı bir tarihe sahip değillerdir. Çünkü Le Guin yazarken, daha önceden yarattığı bu evrenin hiç bilmediği veya varlığından haberdar olmadığı unsurlarını tıpkı bir seyyahın yolculuğu esnasında önüne çıkan yapıları, manzaraları, kentleri keşfettiği gibi keşfeder. Bunun için de bazıları doğrudan bağlantılı, bazıları ise daha dolaylı olarak ilişkilendirilebilecek bu ‘Hainli Döngüsü’ metinlerini önceden yahut sonradan okumanın okurun alacağı haz üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmaz.

Mesela Le Guin’in şaheseri olarak değerlendirilen Mayıs 1974 tarihli Mülksüzler’ini düşünün. Orada küçük bir dünya dolusu Odocu insanın hikâyesi anlatılır. Odoculuk, adını kurucusu olan ama bu romanda anlatılan hikâyeden birkaç kuşak önce yaşamış dolayısıyla mevcut hâliyle hikâyede fiilen yer almayan Odo’dan almıştır. Aslında her şeyi başlatan kişi Odo’dur. Fakat muhtemelen Odo’yu o an için Le Guin de tanımamaktadır.

Odoculuk bir tür anarşizmdir; terör manasında değil de daha çok her türden otoriter devleti hedef alan bir anarşizm. İşte bu gayet idealist ve özgürlükçü teoriyi romanına taşıyan Le Guin aylar boyunca hikâyesini kaleme alma sürecinde Odocularla birlikte oradan oraya koşturup durmuştur. Bütün bu yazım süreci Mayıs 1974’te kitabın yayınlanmasıyla bitse bile, anlaşılan Le Guin’in zihin serüveni bitmek bilmemiştir. O kadar ki iç dünyasının derinliklerinden Odo çıkıp karşısına geçmiş ve bu defa yaratmış olduğu dünya ve felsefe hakkında değil de kendisi hakkında bir hikâye yazması için Le Guin’i ikna etmiştir. İyi ki de etmiştir. Böylece biz Le Guin okurları Ağustos 1974’te uzun hikâyesi ‘Devrimden Önceki Gün’ ile tanışabildik. Bu anlamda ‘Devrimden Önceki Gün’ün, Mülksüzler için arkadan yazılan bir prolegomena olduğunu söyleyebiliriz.

Devrimden önceki gün iyice ihtiyarlamış ve yakınlarda bir inme geçirmiş Odo bedeniyle, hastalığıyla ve yaşlılığıyla bir muhasebeye girişir. Elde umut etmekten başka bir şey olmadığı için umut etmekle geçen bir ömrün ardından, Odo artık devrimin de zaferin de tadını çıkarmaktan uzaktır. Hapisteki günlerini, ölen kocasını, ilk bildirisini yazdığı günleri hatırlar, daha çok kendi iç dünyasına dönme ihtiyacı duyarken, sağ elini kullanamamasına ve ağzından akan salyasına dertlenir.

Devrimciliğinin toy günlerinin aksine geçen elli sene içinde hayat ona devrim başarılı olsa dahi sefaletin süreceğini, israf ve zulümün her zaman var olacağını öğretmiştir. Odo, hiçbir zaman insanın tabiatını değiştireceğini vaad etmemiştir. Bu nedenle ihtiyarlamış ve kırışmış bedeninin içinde yaşayan genç kadının, yetmiş iki yaşındaki bedeninin güzel görünmesini hâlâ dert etmesine hiç şaşırmaz.

Odo yaşamış ve kendi hayatı gereği yapması gerekenleri yapmıştır. Devrimden önceki gün, artık amacına çoktan ulaşmış bir hayatın ihtiyaç duymadığı uzatmalardır. Devrimin yarını olacaksa bile, Odo’nun çoktandır bir yarını yoktur. Odo gerçek yolculuğun, geri dönüş olduğunu çoktan öğrenmiştir. O uzun zaman önce, kocası Taviri öldüğünde ölmüştür. Peki şimdi devrimden önceki gün oturup bütün bunların muhasebesine girişen ihtiyar kadın kimdir?

Devrimden Önceki Gün; Arnal Ballester’in illüstrasyonlarıyla renk ve tat verdiği, devrim, yaşlılık, hayat, yolculuk, geri dönüş ve kim olduğumuz hakkında hiçbir klişeye kaçmadan serinkanlılıkla düşünen sıcak bir hikâye.