Yalan bilginin en çok iktidarın krize girdiği anlarda, bizzat iktidar eliyle yayıldığını, görüyoruz. Tek sesli medyası ile trol ordusuyla hâlihazırda medyanın yüzde 90’lık kısmını kontrolü altında tutan iktidarın, dezenformasyondan yakınmasının somut gerçeklikle ilgisi yok.

Dezenformasyona uğramayan gerçek: İktidarın korkusu
Basın meslek örgütleri, Sansür Yasası’na karşı olarak nitelenen kanun teklifinin geri çekilmesi için eylem yapmıştı.

Ülkü ŞAHİN - Av., Türkiye Gazeteciler Sendikası

Yoksulluğun günden güne derinleştiği, krizin ağırlaştığı ve seçime doğru ilerlediğimiz şu günlerde Türkiye, “sansür”ü tartışıyor.

Başta Basın Kanunu olmak üzere yirmi iki kanunda değişiklik yapan torba kanun teklifi, AKP ve MHP tarafından mayıs ayı sonunda TBMM’ye sunuldu. Önce Dijital Mecralar, sonrasındaysa Adalet Komisyonu’nda görüşülen teklife dair basın meslek örgütleri tarafından sunulan itirazlar dikkate alınmadı. Birkaç ufak değişiklik dışında teklif, bir aydan kısa sürede Genel Kurul gündemine geldi. Ancak teklif sahipleri arasındaki görüş ayrılıkları ve tepkilerin artmasıyla görüşme, yeni yasama dönemine ertelendi. Üç aylık tatilin ardından salı günü toplanan TBMM Genel Kurulu’nun ilk gündem maddesi “dezenformasyonla mücadele” diye sunulan “sansür yasası” teklifi oldu. 40 maddeden oluşan teklifin ilk 14 maddesi geride bırakılarak görüşmeler önümüzdeki haftaya ertelendi.


En kapsamlı sansür düzenlemesi

Söz konusu torba kanunda internet haber sitelerinin yasal statüye kavuştuğu ve internet gazetecilerinin basın kartı hakkının tanındığı yıllardır beklenen olumlu düzenlemeler olmakla beraber bu haklı taleplerin meşruluğu arkasına saklanmış bir sansür yasası ile karşı karşıyayız. Üstelik bu sadece basını kapsayan, gazetecileri ilgilendiren bir düzenleme de değil. Sosyal medyadan gündelik konuşmalara kadar her türlü düşüncenin cezalandırılmasını mümkün kılan, tüm toplumun sesini kısmayı hedefleyen, tarihimizin en kapsamlı sansür girişimi diyebiliriz.

Adil dağıtımdan sorumlu olmasına karşın iktidar medyasına resmi ilanlar yoluyla para aktaran, BirGün ve Evrensel gibi muhalif gazetelere verdiği hukuka aykırı ilan kesme cezalarıyla iktidarın en önemli baskı aktörü haline gelen Basın İlan Kurumu’nun (BİK) yetkileri sınırsız şekilde genişletiliyor. Anayasa Mahkemesi tarafından “sistematik sorun” teşkil ettiği, BİK’e “sınırları belirlenmemiş bir yol sunan kurallar zinciri” olduğu tespit edilen Basın Ahlak Esasları’na aykırılık halinde gazetecilerin basın kartlarının iptal edilecek. Öte yandan gazetecilerin en önemli sosyal güvenlik hakkı olan yıpranma hakkı (fiili hizmet süresi zammı) yine basın kartı sahibi olmak şartına bağlanıyor. Oysa Danıştay kararlarına göre basın kartı, yalnızca gazetecilik mesleğini kolaylaştıran resmi bir kimlik belgesi olup zorunlu bir kimlik kartı değil. Bu nedenle resmi verilere göre Türkiye’deki kayıtlı çalışan basın mensuplarının yarısından fazlasının basın kartı yok. Bu iki düzenleme bir araya gelinceyse örneğin tarikat yurdunda istismar haberi yazan bir gazetecinin, Basın Ahlak Esasları 16’ncı maddesi 3’üncü fıkrası “Din ve dini duygular yahut dinen kutsal sayılan değerler istismar edilemez ve kötüye kullanılamaz” düzenlemesine aykırı haber yaptığı gerekçesiyle basın kartının iptal edilmesi ve dolayısıyla yıpranma hakkından mahrum kaldığı bir tablo ortaya çıkıyor.

İktidarın propaganda merkezi haline gelen İletişim Başkanlığı’nın yetkileri de özellikle basın kartı iptal koşulları ve Basın Kartı Komisyonu’ndaki dağılımın Başkanlık lehine değişimi ile artırılıyor. Perşembe günü yapılan görüşmelerde AKP’li vekillerin sunduğu önergeyle komisyon üye sayısı dokuz iken on dokuza çıkarıldı. En az 11 üye doğrudan iktidar eliyle seçiliyor.

Teklifle internete sansürün dozunu artıran ve sosyal medya şirketlerine müdahale kolaylaştıran değişiklikler getiriliyor. Kullanıcıların kimlik bilgilerini vermeyen sosyal ağ sağlayıcılara yönelik reklam kesintisinden, sitenin erişime engellenmesine varan bir dizi yaptırım getiriliyor. İnternet haber sitelerine resmi ilan dağıtımını yasal dayanak getiren teklifle beraber ilan hacminin genişlememesi özellikle yerel basının mali olanaklarını azaltacak ve çok sayıda gazetecinin işsiz kalmasına neden olacak.

Söz konusu teklif içerisindeki en tartışmalı düzenlemeyse dezenformasyonla mücadele suçu diye bilinen “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu. Bu düzenleme yasalaştığı takdirde, herhangi bir söz, haber, içerik sosyal medya paylaşımı, “sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saiki” gibi zamana, kişilere ve koşullara bağlı olarak değişmesi mümkün olan bu duygu durumlarının yine içeriği belirsiz olan “kamu barışının bozulmasına elverişlilik” ölçütü ile 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak. Şüphesiz ki bu düzenleme yasalaştığı takdirde bu suçlamadan en çok nasibini alacak kesim, iktidara muhalif olanlar olacak. Meclis görüşmelerinde iktidar kanadı tarafından düzenlemenin “somut tehlike suçu” olduğu, yani bir ifadenin afaki olarak değil, gerçek bir tehlike yaratması halinin yargıç tarafından incelenerek cezalandırılacağı argümanı kullanılıyor. Yargı bağımsızlığının olmadığı şu dönemde neyin gerçekten tehlike yaratıp neyin yaratmadığına yargıcın değil iktidarın ve ortaklarının hassasiyetlerinin belirleyeceği kuşkusuz.

Dezanformatif bilginin kaynağı bizzat iktidar

Tarihe baktığımızda yalan bilginin en çok iktidarın krize girdiği anlarda bizzat iktidar eliyle yayıldığını, gerçek ortaya çıktığındaysa sorumluları yargılamaktan kaçınıldığı, cezasız bırakılarak korunduğunu görüyoruz. Tıpkı 6 Eylül 1955 tarihinde İstanbul Ekspres Gazetesi’nde yayımlanan “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” manşeti ve sonrasında yaşananlar gibi.

AKP-MHP tarafından hazırlanan teklif metninde söz konusu düzenlemenin, “özel saiklerle oluşturulup organize bir biçimde yayılan veya bot hesaplar aracılığıyla oluşturulan uydurma içeriklerin bireylerin kanaat oluşumunu manipüle ederek ve özgür düşünceyi ipotek altına alarak demokratik ortamın masumiyetini zedelediği” gerekçesiyle eklendiği ifade edilmekte. Ancak bizzat kendileri tarafından yapılan dezenformasyonlar ise unutulmadı. 2013 yılında Gezi Direnişi sırasında dönemin Başbakanı Erdoğan, biber gazından camiye sığınan yurttaşlar, sağlıkçılar ve yaralılar için “Camide içki içtiler” dedi. Lakin, bu iddia bizzat caminin müezzini tarafından yalanlandı ve camide içki içildiğine dair var olduğu iddia edilen görüntüler aradan geçen 500 küsür cumaya rağmen ortaya çıkarılmadı. Devamında gerçek verileri saklayıp, Türkiye’nin Covid-19 ile mücadelede örnek bir ülke olduğunu iddia eden bakanlar, devlet yetkilerini de unutmamak gerek. Çok uzağa gitmeyelim… Geçtiğimiz haftalarda Mersin Mezitli’deki saldırıdan sonra yaşanan süreç ortada.

Dezenformasyonla mücadele merkezi kuruldu

Hatırlarsanız 2020 yılında 66 sayılı sayılı Cumhurbaşkanı Kararnamesi’yle İletişim Başkanlığı’nın yetkileri artırılmış, bünyesinde “Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi” kurulmuştu. Bu daireye, Türkiye’ye karşı yürütülen psikolojik harekât, propaganda ve algı operasyonu faaliyetlerini belirleme, her türlü manipülasyon ve dezenformasyona karşı faaliyette bulunma, iç ve dış tehdit unsurlarını analiz etmek gibi görevler verilmiş, İletişim Başkanı Fahrettin Altun artık savunmacı değil, proaktif çalışmalar sergileyeceklerini söylemişti. 5 Ağustos 2022 tarihinde Altun Twitter üzerinden yaptığı açıklamayla, Başkanlık bünyesinde müstakil bir “Dezenformasyonla Mücadele Merkezi” kurulduğunu duyurdu. Merkezin teşkilattaki yeri, görev alanı, kadro sayısı ise aradan geçen iki ayda gizemini koruyor.

Tek sesli medyası ve trol ordusuyla halihazırda basının yüzde 90’lık dilimini kontrolü altında tutan iktidarın, dezenformasyondan yakınmasının somut gerçeklikle ilgisi yok. Niyetleri iğne ucu kadar özgürlük bırakmamak. İktidara artık tutuklamak, gözaltına almak, erişim engellemek yetmiyor. Artık gerçeğin yalanın ne olduğunu da belirlemek istiyor ve bu konuda son derece kararlı görünüyorlar. Yasa görüşmeleri devam ediyor ve Meclis çoğunluğuna bakıldığında basın ve ifade özgürlüğü açısından bizleri zorlu günler bekliyor. Fakat umutsuzluğa mahal vermeyelim. Dezenformasyona uğramayan bir gerçek varsa o da sansürle, baskıyla iktidarını korumak isteyenlerin korkusudur.