Dickens için bu kitleler bir acıma nesnesidir (pek özne olduklarını söyleyemeyiz). Onlar için gerçekten üzülür, tek tek ya da toplu halde acı çektiklerinde kahrolur, ama bir araya gelip haklarını aramaya çalışmaları, içinde bulundukları melalin sorumlularından hesap sormaları Dickens için pek kabul edilir değildir

Dickens ve Kürtler ve Türkler

FERİT BURAK AYDAR*

Geçen hafta, naçizane, “Romanın Devrimci Niteliği” diye bir yazı yazdım. Sonrasında, bana edebiyatı sevdiren hocamın görüşünü alınca aklımda kalan tek şey “edebiyatın, romanın momanın zamanı mı şimdi?” oldu. Şuracıkta, yanı başımızda gencecik insanlar bir bir öldürülürken (yaşlı olunca öldürülebiliyor mu?) bunlarla uğraştığıma utandım. Sonra utandığıma utandım! Bu zihniyet Silopi’sinden Paris’ine kadar tam da edebiyatın da dahil olduğu bir (arada) yaşam tarzını yok etmeye çalışmıyor mu şeklinde bir halinden memnunluk mu dersiniz, bilemiyorum, ama Charles Dickens geldi aklıma. Dickens’ın yaşadığı dönemde kendi ülkesinde patır patır ölen veya ölmeyip sürünen “öteki”lerle ilişkisini düşündüm. Neticede Dickens da bir ulus içinde “iki ulus”a bölünmüş bir toplumda yaşıyordu, başbakan Disraeli’nin meşhur sözüyle. Biz de öyleyiz.

Elbette Dickens’ın öteki ulusu farklıydı: Modern işçi sınıfı (dilerseniz, proletarya) ve onun ortaya çıkmasına paralel olarak gelişen şehirlerdeki geniş insan toplulukları, dilerseniz ayaktakımı (mob). On dokuzuncu yüzyılda sadece Britanya’da değil, Avrupa’da da yaşamış ve yazmış birçok insanın zihnini meşgul eden bir soruydu: Bu yeni varlığı ne yapmalı, nereye koymalı? Peki, neydi Dickens’(lar)ı rahatsız eden? Tarihte ilk kez mi ezen-ezilen ilişkisi görülüyordu? İlk kez mi ezenler ezilenleri öldürüyordu? Özellikle de İngiltere söz konusu olduğunda, son üç yüzyılında kapitalizmin gelişimine aynı pislik damga vurmamış mıydı? Damga demişken, Marx Kapital’de İngiliz egemenlerinin işçileri ciddi ciddi damgalayacak kadar azıttığını anlatmaz mı? O halde sorun neydi?

Sorun şu ki, tarihte ilk kez ezen ile ezilen arasında bu denli büyük bir uçurum ortaya çıkmış, sömürülen kitlelerin mücadelesine yeni gelişen büyük yerleşim birimlerindeki işsiz güçsüzlerin tehditkâr varlığı da eklenince egemen kesimlerde histeriye varan bir korku kol gezmeye başlamıştı. Toplumda ilk kez böyle keskin bir kutuplaşma vardı; zengin artık çok zengindi, yoksul da çok yoksul. Dahası fabrika ve şehir demek, ezilenlerin yüz binler halinde bir araya gelmeleri ve tükürseler efendilerini boğabilecekleri bir potansiyel güce erişmeleri demekti. Korku haksız da sayılmazdı. 1789 Fransız Devrimi’nden tüm Avrupa’daki 1848 Devrimlerine kadar elli-altmış yılda sayısız hadise yaşanmıştı. Egemenlerdeki histeri öyle boyutlara varmıştı ki, kapitalizmin o dönemki en büyük kitle gösterisi olan ve altı milyona yakın ziyaretçi çeken Londra’daki Büyük Sergi (1851) burjuvaziye zehir olmuştu, zira sergi bahanesiyle toplanacak olan farklı milletlerden ziyaretçilerin el ele verip 1848 Devrimlerinde yarım kalan işi tamamlayacağını düşünüyorlardı! Mesela Prusya kralı bu vehimle oğlunun Londra’ya gitmesini yasaklamıştı (E. W. Latimer, England in the 19th century, s. 231).
Dickens tam da burada devreye giriyor. Her şeyden önce, Dickens öyle masum değildi, sınıfsal bir refleks gösteriyordu. Bu refleksin genel nitelikte, sınıfsal olduğunun bir kanıtı, mesela o dönem hak ettiği ilgiyi görmemiş olsa da sonradan gelmiş geçmiş en çok okunan kitaplar arasına giren Komünist Manifesto’dur. Marx ve Engels bu risalenin üçüncü bölümünü, bugün inceleyenlerin pek de bir yere oturtamadıkları başlıklara ayırırlar: Hıristiyan sosyalistleri (“ee, bizim Anti-Kapitalist Müslümanlar işte?” Pek değil!), feodal sosyalistler, burjuva sosyalistler. Egemen sınıflar burjuva-demokratik kurumların bugünkü gibi toplumsal muhalefeti massedecek kadar gelişmediği koşullarda, kendi egemenliklerine halel getirmeyecek şekilde bir çözüm yolu arıyorlardı.

Dickens da bu tür bir sınıfsal refleks gösteriyordu. Ama aynı zamanda anlamaya, bir yol bulmaya çalışıyordu. Bu çabanın kendisi açısından bir yaratıcı nirvana doğurduğunu söylemeye gerek yok; Marx’ın da övgüyle bahsettiği üzere, döneminin en önemli romancılarından biridir. Bizi burada ilgilendiren kısım, işçi sınıfına ve genel olarak ayaktakımına bakışıdır. Dickens için bu kitleler bir acıma nesnesidir (pek özne olduklarını söyleyemeyiz). Onlar için gerçekten üzülür, tek tek ya da toplu halde acı çektiklerinde kahrolur, ama bir araya gelip haklarını aramaya çalışmaları, içinde bulundukları melalin sorumlularından hesap sormaları Dickens için pek kabul edilir değildir.

Türklerin veya daha daraltarak konuşursak, “beyaz Türkler” denen ve isteyenin istediği yere çekebildiği kesimin Kürtlerle ilişkisi de böyle. Birçoğu için “Kürtler eziliyor da biz ezilmiyor muyuz?” defteri çoktan kapandı gibi. Dolayısıyla orada ayrı bir şeyler var. Ama o ayrı şeyden çıkan doğal sonuçlara olan tahammül çok az. Bugün on binlerce insan silahla ya da SMS’le göç ettiriliyor, beyaz Toros’u tepki toplayanlar Ranger’ı devreye sokuyor, insanlar çocuklarının cesetlerini buzdolabında saklamak zorunda bırakılıyor, günlerce eve hapsediliyor, ama bazıları ya duymuyor ya da duyduğunda ilk sözü “hendek” oluyor: “Ama Kürtler şiddete başvuruyorlar”! İşin ironik yanı, bunu diyen kitlenin hiç de pasifist olmaması. Şiddet Türklerin gündelik yaşamının o kadar parçası ki, trafikte o ona yamuk yaptığı için, futbolda başka takımı tuttuğu için veya eşini/partnerini, çocuğunu bir gerekçeye bile ihtiyaç duymaksızın mütemadiyen şiddetle terbiye etmeye çalışan bir toplum; sıra Kürtlere geldiğinde “şiddete hayır” diyor, ama bunu dediğinde pek inandırıcı olmuyor.

Biz burada uzaktan Kürtleri seviyoruz, acılarına üzülüyoruz, ama yaşam haklarını yok sayan baskıya karşı ellerindeki imkânlarla bizim Gezi’de yaptığımız gibi ayağa kalktıklarında tepki gösteriyoruz veya mesafe koyuyoruz! Kürtler bir acıma nesnesi olarak var, ama kaderini kendi başına tayin edecek bir kolektif özne olarak yok.

Diktatörlüklerin ömrünü belirleyen, yanına çektiği kitleyle ilişkisi değil, ikna edemediği ve aslında asla edemeyeceği kitleyle ilişkisidir. Sessiz onay ya da pasif destek ne kadar fazlaysa, muktedir de o kadar güçlüdür. Diktatörlüğün son beş, hattâ on yılına bir bakın. Ortaya ne kıtır attıysa (Taksim’de çukurlar var, kürtaj cinayettir, 12 Eylül’le hesaplaşma vb.) her seferinde kendisini desteklemeyen bir kesimden kâh yarı aleni kâh zımni rıza aldığı için gemilerini yürütebildi. Şaşmamak lazım, rızayı imal eden iktidarı alır.

* Çevirmen, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları'nda editör