Geçen hafta Habertürk’te HDP’nin tartışıldığı bir programda, moderatör Didem Arslan Yılmaz, programda HDP’den temsilci olmadığını soran konuğu Salim Şen’e “Sonuçta burası bir kamu kuruluşu değil. Biz özel bir sektörüz. Bu bir tercihtir” dedi. Gazetecilikte bütün tarafların görüşlerine yer vermemek elbette bir tercih olamaz. Ancak Yılmaz’ın açık sözlülüğünün de hakkını vermek lazım. Lafı dolandırmadan medya-iktidar-sermaye ilişkisinin içindeki sahte denge arayışını boşa çıkartıverdi. Belki düşünmeden edilmiş bir laftı ama özellikle muhalefetin bir türlü görmek istemediği bir gerçeği ifşa ediyordu. Yılmaz belli ki neyin içinde olduğunu biliyordu ama izleyenler pek kabul etmek istemiyordu. Peki, neden Didem Arslan Yılmaz doğru söylüyordu? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu bu.

SAHTE DENGENİN ANATOMİSİ

Durup düşünelim. Didem Arslan Yılmaz’ın yaşadığı diyalog A Haber gibi bir kanalda yaşansaydı, bu kadar gündem olur muydu? Belki haberimiz bile olmazdı, olsa da bu kadar ilgi çekmezdi. Ancak Habertürk, Cnn Türk ve NTV gibi kanallarda olunca hemen bütün kamuoyunun ilgi ve tepkisini geçiyor. Bu onlar için bir başarı. Çünkü medya dışı işleri de olan sermaye gruplarına ait olmalarına rağmen bunu bir yere kadar unutturuyorlar. Oysa ki medya dışı işi olan bir sermaye grubunun medya alanına girmesinin tek bir açıklaması var o da oradan para kazanmak değil. Medyadan sağlanan etkiyle, diğer akçeli işlerine katkı sağlamak. Hâl böyle olunca, gazetecilik yapıyormuş gibi görünmek için bir denge kurulur. Bunu “Benim işim cambazlık” diye açıklayan genel yayın yönetmenleri de olmuştur. Bu dengenin içinde bir yere kadar ‘muhalefet’ partileri de vardır. Çünkü 2000’lerde biraz unutmuş olsak da 90’larda muhalefet partilerinin bir sonraki seçimde iktidar olma şansı yüksekti ve medya grupları bu dengeyi bozmamaya özen gösterirdi. 90’ların popüler medya patronu Aydın Doğan’a duyulan ‘tuhaf sempati’ biraz da bu nedenledir. Çünkü siyasi koşullar, sermayenin tek bir yere oynamasına izin vermiyordu ve bazen gazetecilik yapmak gerekiyordu. Sadece ‘askerin siyasete etkisi’ konusunda kafalar netti.

O ESKİ KAHRAMAN GAZETECİLER

İşte medyaya, medya dışı sermayenin yoğun olarak girdiği 80’lerin başından AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılına kadar medyada olan çoğu ünlü gazeteci bugün muhalif. Muhalif olmasına muhalifler de içlerinden pek azı, “Zaten patronlarımızın iktidarlarla akçeli ilişkileri varken bunun böyle olacağı belliydi” diyebiliyor. Bunu diyemedikleri gibi bugün kendilerinin boşalttığı yerleri dolduran Didem Arslan Yılmaz gibileri eleştirince geçmişi temize çekmiş gibi oluyorlar. “Biz böylesi yandaşlık yapmadık” diyebilirler. Haksız da olmazlar ancak hatırlamak istemedikleri şu: Onlar medyanın içindeyken de ihaleler patronları lehine geliyor, dengeler buna göre kuruluyordu. Yapılan gazetecilik konjonktürün kendilerine sağladığı alanda yapılan bir şeydi. “Ne yapsalardı, bunu reddedip işsiz mi gezselerdi, başka mesleklere mi yönelselerdi?” denilebilir. Sonuçta dünyanın her yerinde anaakım gazeteciliğin doğası bu diye de eklenebilir. Ve fakat anaakım gazeteciliğin bu çelişkisini göre göre ondan hâlâ bir şey beklenip mücadele edilmesini hiç anlamıyorum.

DİJİTALLEŞME İVME KAZANDI

Yazının buraya kadar olan kısmı her yeni gelişmeyle yazmaktan sıkıldığım temel bir çelişkimiz. “Bunun farkındayız ama yine de medya üzerinde muhalif bir baskı oluşturmak istiyoruz” denilebilir. Ne olursa olsun bununla vakit kaybetmek nafile bir uğraş. Bunlarla hiç ilgilenmeyen yepyeni bir seçmen grubu dev adımlarla gelirken üstelik. Tamamlamak üzere olduğumuz bir dijitalleşme aşaması yaşıyoruz. Şu birkaç aylık pandemi süreci bile buna korkunç bir ivme kazandırdı. Sosyal medyanın yaşı 10’u aştı. Muhalefet bunun üzerine iktidar kadar bile kafa yormazken, geleneksel medyaya böylesi odaklı olmasını bir düşünmeli. İyi de bunlar hâlâ izleniyor diyorsak, zaten izlemediğimiz bir programa sosyal medyadan laf yetiştirirken onu nasıl yeniden ürettiğimizi de bir görelim lütfen. Laf yetiştirenlerden biri olarak sorumluluğumu kabul ediyorum.