Teknolojinin algılarımızı ve her türlü muhakeme yetisinin de içinde olduğu bilişsel işlevlerimizi değiştirmesi kaçınılmaz. İnsan zihni beşikten mezara kadar her türlü çevresel uyaranla şekilleniyor. Dijital ortamlarda ağırlıklı olarak görsel bilginin bombardımanı altında kalıyoruz. Bu maruziyetin işleyen bellek dediğimiz kısa süreli belleği etkilediğine dair yoğun çalışmalar var.

Dijital çağın psikolojik geleceği

NESLİ ZAĞLI

Bu yazıyı okuyacağınız dakikalar içinde dijital ortam için hazırlanan kaç yazılımın tamamlandığını, elinizdeki telefonun en yeni modeli için nasıl bir dâhiyane buluş yapılmış olabileceğini ve hepimizin işini veya aklını başından alacak yapay zekânın ne aşamada olacağını bilemiyoruz. Bu dijital çağ “Bilgi Çağı” olarak anılsa da aslında “Hız Çağı”. Zira hızın bilgiden çok daha büyük önem taşıdığını söyleyebilirim ama ispatlayamam. Çünkü sistem mili saniyelik ayarlamalar üzerine kurulu. Biz de artık teknolojinin verdiği yetkiye dayanarak hem günlük rutinlerimizde, hem de ilişkilerimizde hız bekliyoruz. Gün geçtikçe tahammülsüzleşiyor ve her işin en kısa yolunu arıyoruz. Jetonlu kulübeler önünde sıra beklemiş olan bizim nesil bile bu yüksek ivmeli teknolojik gelişmelerden payını aldı. Günlerce ve hatta haftalarca yazıp postaneden yolladığımız damgalı mektuba yanıt bekleyen biz, aynı saat içinde yanıtlanmayan bir e-postaya öfkelenebiliyoruz. Teknolojik ilerlemenin ruhsallıklarımız üzerine yarattığı etki acelecilikle de sınırlı değil. Teknoloji kişiliğimizi değiştirdiği gibi algılarımızı, bilişsel işlevlerimizi hatta epigenetiğimizi bile değiştirmekte. Dijital çağın 21. yüzyılda başladığını varsayarsak önümüzdeki yüzyıl teknoloji içinde doğup, gelişip ölen bir neslin geldiği noktayı bizlere gösterecek.

Dijital dünya eğitimden sağlığa, eğlenceden spora her alanda kendini ortaya koymuş durumda. Özellikle pandemiden sonra global olarak işimizi, gücümüzü, alışverişimizi internet üzerinden yapar olduk. Eğitimde zorunlu olarak online sisteme geçildi. Müziğimizi dijital platformlardan dinliyor, kitabımızı dijital ortamda okuyor, hatta sporumuzu online uygulamalarla sanal eğitmenlerle yapıyoruz. Bunlar bir yandan modern yaşamda hız kazandıran şeyler ama bir yandan da insani ve doğal temasların git gide azaldığı haller. Düşünsenize kitaplarınızı internetten sipariş ettiğiniz zamanla bir kargo ile paket olarak geldiği zamanki farkları! Kitapçıdan içeri girip kokuyu içinize çekmek, alacağınız kitabı ararken elinizde bambaşka dergiler ve şiir kitapları bulmak, aynı kitaba uzandığınız başka bir müşteriye gülümsemek, kasaya geldiğinizde amacınızın ne kadar dışında alışveriş yaptığınıza şaşıp kasiyerle şakalaşmak. En sonunda da elinizde kitaplar ilk bulduğunuz kafeye oturup hevesle kitapları, dergileri karıştırmaya başlamak. Online kitap listeniz de kapınıza gelen kitap kolisi de size bu ritüelin temasını vermez. Bakıldığında bu bir bedeldir; hız ve konfor için ödenen bir bedel. Bu çağ zaman geçtikçe daha bireysel, daha sınırlandırılmış ve daha az muğlak ritüellere yönlendiriyor bizi.

Dijital çağın tüketim kültürünü besleyen doğasını inkâr etme şansımız yok. Hunisinden lüks arabasına her şeyi ama her şeyi online ortamda satın almak mümkün. Benzer şekilde dijital çağ iş veya eş bulma, eğitim, kişisel gelişim, donanım, kültürel hizmetler gibi sonsuz bir yelpazedeki ürünün tüketimi için olanak sağlıyor. Bir aklı evvel çıkıyor yarattığı bir yazılımla “ihtiyacınız olan” “saniyesinde” önünüze çıkarıyor. Size sadece seçmek kalıyor içlerinden. Örneğin dijital bir platformda filmler ve dizileri can alıcı bir şekilde harmanlıyor ve meraklı tüketicisi sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar sezon sezon tüm tabağındakileri silip süpürüyor. İzlenilen diziler, ekran başında geçirilen saatler modern yetişkin hayatının bir nişanesi haline geliyor. Bu yapımlar kaliteli olmasına gayet kaliteli. Kuvvetle muhtemel hem kültürel hem de ruhsal anlamda ufak açan yönleri de var. Ama adı üstünde bunlar dizi ve takımı bozmak caiz olmadığından hemen yiyip yutulan şeyler. Fast food kültüründen farklı bir mantığı da yok; standardizasyon, hız, ihtiyaç karşılama ve bir sonraki tüketim davranışını garantileme. Burada dikkat edilmesi gereken tüketicinin girdiği edilgen rol. İşte dijital çağın insan psikolojisindeki en önemli bir diğer sonucu da talep etmeden arz edilenler karşısında acizleşmesi. Önümüzde sonsuz seçenek olduğunda aslında seçimlerinden sorumlu etkin bir birey sanıyoruz kendimizi. Oysa başımıza gelen biz istemeden bizim için dikilenlerden kalıbımıza uyanı seçmek. Dolayısıyla teknolojiyle süslenmiş tüketim çağı bizi özgür kılmak bir yana köleleştiriyor.

Teknolojinin algılarımızı ve her türlü muhakeme yetisinin de içinde olduğu bilişsel işlevlerimizi değiştirmesi kaçınılmaz. İnsan zihni beşikten mezara kadar her türlü çevresel uyaranla şekilleniyor. Dijital ortamlarda ağırlıklı olarak görsel bilginin bombardımanı altında kalıyoruz. Bu maruziyetin işleyen bellek dediğimiz kısa süreli belleği etkilediğine dair yoğun çalışmalar var. Kullanılmadıkça tozlanan eşyalar gibi zihnimizde de kullanılmayan işlevler budanıyor. En basit örneğiyle ezbere bildiğimiz numaralar, akıllı telefonlardan sonra bir elin parmaklarını geçmiyor. Beynimiz teknolojiyle etkileşim halinde değişiyor. Bu değişimin sanat algımızı nasıl etkileyeceği ise merak konusu. Örneğin sayısız sanal müze gezmek gerçeğiyle eş değer mi? Renklere, notalara, dokulara ve yazına bakışımız nasıl şekillenecek? İnsansız bir sanat olur mu bilemiyorum ama yapay zekânın sanata el atması fikri beni ürkütüyor. Çok işlemli, çok filtreli ve çok kurgulanmış şeyler doğallığını kaybeder gibi geliyor. İçimden robotlar mesleğimizi elimizden alacaklarsa da (pek ihtimal vermesem de), sanatı biz insanoğluna bıraksınlar diyorum.

Dijital çağın kapsamına alıp dönüştürdüğü bir başka ruhsal alan da ilişkiler. Diğer her alanda olduğu gibi ilişkilerde de reel temas yerini daha pratik uygulamalara bırakıyor. Daha az kelime, daha az ayrıntı ve daha çok emoji ile standartlaşmış iletişimler kuruyoruz. Yüzyılın başından beri gelen süreçte bu doğal olmayan iletişim tarzına alışıldığını düşünüyorum. Arada kaçırılan, ıskalanan bir şey var mı diye bakarsak bence doğal iletişimin topyekûn bir kaybı söz konusu. Dokunarak, dudak kıvrımındaki titremeyi fark ederek, gerçek bir aktarımın doyumuna vararak yaşanan ilişkileri kaybetmiş durumdayız. Ama emojili yeni versiyona alıştık ve kayıplarımızın üzerinde çok da durmaya vaktimiz yok. Gün içinde aldığımız ve gönderdiğimiz yüzlerce mesaj bizi bu çağın uyarım bombardımanında canlı tutuyor; bu canlılık bir noktadan sonra büyük bir yorgunluğa dönüşse de. Ama teknolojinin buna da gerçek hayatta olmayan bir çözümü var; görüldü atmamak veya sessize almak. Aynı gerçek ilişkideki gibi sanal iletişimin de kendine has tripleri, kıskançlıkları, alınganlıkları var. Neyse ki etkisi daha kısa sürüyor. Çünkü insan bu kırılmalarında kısa sürede hazmedip yenilerini tüketmeye güdüleniyor.

Kişisel olarak ben dijital çağa ruhen başkaldırmaya çalışanlardanım. Çok zorunda kalmadıkça alışverişlerimin hemen hiçbirini online yapmıyorum. Alacağım bluza, çiçeğe, kitaba dokunmaktan; elimde poşetlerle eve dönmekten hoşlanıyorum. Ne televizyonda ne de dijital platformlarda hiç dizi seyretmiyorum. Sadece haftada bir iki kere merak ettiğim sinema filmlerini izlemeye çalışıyorum. Online platformda en çok vakti pandemi vb. nedenlerle yaptığım online seanslarda geçiriyorum ki bu gerçekte hiç tercih ettiğim bir psikoterapi koşulu değil. Kısacası tam bir eski kafalıyım ama zorunluluklar gerektirirse uyum sağlıyorum. Bu yaklaşım çok romantize edilmiş gelebilir size ancak ben bu şekilde bir dijitalleşme inkârına müsait son nesilim zaten. Kızım ve tüm çocuk ve ergenlerimiz bu dijital süreçler dışında bir alternatif olmadan büyüyüp yaşlanacak. Şimdiden geri kafalı kalan benim ise torunumla aramada müthiş bir ruhsal alan farklılığı olacak. Belki de bir noktada direnmeyip teknolojik akışa teslim olacağım.