Çeyrek yüzyıl önce başlamıştı Türkiye’de dijital çağ merakı, özellikle sinemada çok konuşuluyor ve gelecekteki dijitalin sektörü biçimlendireceği tartışılıyordu

Çeyrek yüzyıl önce başlamıştı Türkiye’de dijital çağ merakı, özellikle sinemada çok konuşuluyor ve gelecekteki dijitalin sektörü biçimlendireceği tartışılıyordu. Bütün bir 90’lar boyunca 35 mm çekmek dijitalin tüysüzlüğüne karşı, ciddiyeti temsil etti.

Şimdi dijital çağla ilgili ben başka bir konuyu tartışmak istiyorum: demokratikleşme.

Bakın diyorlardı ki dijitalin gelmesi sinemayı demokratikleştirecek, daha küçük ekiplerle filmler çekilebilecek, ışığa daha az gereksinim duyulacak, kameralar hafifleyip esneyecek, artık film yapmak için yapımcıya çok daha az ihtiyaç duyacağız. Herkes kendi filmini yapacak, istediği gibi gösterecek, filmi göstermek için sinema salonuna bile ihtiyaç duyulmayacak. Sonra da ekliyorlardı, bütün bunlar aslında sinemanın demokratikleşmesi demek. Sinema dijitalle birlikte gittikçe daha çok sermayeden bağlarını koparacak, sanatçının maddi bağımlılığı azalacak. Sanatçı özgür olacak.

Şimdi birkaç şey söyleyeyim, ilk önce video kameralar çıktığında dünya genelinde bunu en verimli kullanan sanatçı Carlos Saura olmuştu. Carmen, Kanlı Düğün ve Büyülü Aşk adlı Flamenko üzerine modern epik ile geleneksel anlatıları birleştiren filmlerinde kadraj yoğun ve sıkı bir çalışmayla video-kamera ile belirlenmişti. Ardından 35 mm çekimlerde büyük oranda en ideal performansı sağlamak için kullanılacak, bir uygulama safhası kalmıştı. Ama video-kamera uzun yıllar sinema filmi çekmek için yetersiz kaldı.

DEMOKRATİKLEŞME VE SİNEMASAL YARATICILIK
Sinema açısından bakıldığında sinemanın demokratikleşmesi aslında işin yapısına aykırı, çünkü bir ekip içinde demokratik kararların alınması, üretimin daha iyi olmasına değil, daha da büyük sorunların çıkmasına yol açıyordu, başsız bir set daha büyük sorunlar yaşıyor, daha zor üretiyor, daha başarısız oluyordu. Örneğin Türkiye’de Semir Arslanyürek’in setlerinde başsızlık tepe noktasına çıkıyor, ekip birbirine giriyordu, sonuç olarak üretim hem pahalı hem de verimsiz bir çalışma ile sonuçlanıyordu. Demokratikleşmenin birinci sonucu budur, sinemada film üretimi demokratikleşirse, ki bu çoğu kere her kafadan bir ses çıkması anlamına gelir, verim ve kalite düşüyor.
Demokratikleşmenin ikinci adımı home-movie denilen şeylerin patlamasıdır, ne yazık ki home-movie yapan insanların kendilerini büyük bir yanılsama içinde büyük-yönetmen pozlarına bürünerek filmlerini pazarlamasıdır, caka satmasıdır, bu ise hiç demokratik değildir.

Üçüncü adım daha ilginç, yönetmenlerin çektikleri toplam saat inanılmaz derecede arttı, geçmişte Yeşilçam yaklaşık 5 saatlik çekimden, 2 saatlik ürün çıkarıyordu, şimdi bakıyorsunuz 150 saat çekiyorlar, 90 dakika çıkarıyorlar. Hal böyle olunca, dijitalin doğrudan sonucu, kurgu masasında filmlerin şekilleri şemalleri bir hayli değişiyor ve kurgu büyük önem kazanıyor. İşte bunun en büyük rantını yiyen yönetmenimiz de Nuri Bilge Ceylan oldu, özellikle de bu ranttan en çok kaybeden kurgucumuz da Ayhan Ergürsel oldu, o yarattıkça emeği sıradanlaştırıldı, Nuri’nin kazancı ise ölçüsüz arttı.

Bir Film-Yön toplantısı sırasında, Yılmaz Atadeniz İklimler’in en iyi kurgu ödülünü aldığını, filmin 240 plan olduğunu, bu filmin kurgusunu kendisinin 5 günde yapabileceğini belirtti, oysaki filmin ham görüntülerini 24x5=120 saat durmadan seyretse beş günde bitiremezdi. Üstelik İklimler filmi kurguyla yeniden yazılmıştı, çekilen sahnelerin çoğu çöpe atıldı. Kurgu metni yeniden yazmak anlamına geldi. Kurguyu art arda sahneleri dizmek olarak gören bakış açısı Yeşilçam’da kaldı ve gittikçe yeniden metin yazımı anlamına geldi kurgu. Dahası kurgu şirketlerden çıkıp insanların evlerinde özellikle şifresi kırılmış programlarda aylarca yapılan bir şeye dönüştü. Genç yönetmenler ise filmlerinde ne çektiklerinden bağımsız olarak, filmi farklı versiyonlarda kurgulayıp, münasip gördükleri insanlara seyrettirip kurguda başka bir film çıkartmak için uğraşıp durmaya başladılar.

DİJİTAL FİLMİN PATLAMASI VE ELEŞTİRİ
Şimdi dijital konusunda tuhaf bir başka durum var. Dijitalin gelmesi ile çekilen film sayısının patladığı doğrudur, bu anlamda bazıları dijitalin sunduğu olanaklarla çekilemez denilen şeyleri çekiyorlar, yapımcıdan bu işin olabildiğince bağımsızlaştığı da doğrudur. Ama gelin görün ki dijitalin olgusal bir sonucu, masada kalan, ya da ölü doğan film sayısının inanılmaz artışıdır.

Aynı şekilde sosyal medyanın yaygınlaşması, halkın tepkisini doğrudan göstermesi, alternatif iletişim kanallarının artması nedeniyle halkın doğrudan siyasete katılması değil, daha çok düzeysizleşme, küçük-burjuvalaşma, odaksızlık ve büyük oranda yalanın işin içine katılması olmuştur. Ama mesela Roboski olayında olduğu gibi sosyal-medya burjuva-tipi medyanın hariçte bıraktığı olguları görünür hale getirmek içinde önemli bir araç oldu. Ben Türkiye Cumhuriyetinin işleyişine baktığımda, sosyal medyayı başıboş bırakacak bir devlet olduğunu hiç sanmıyorum. Ama öte yandan sivilliğinden daha çok, toplumsal olarak bizim kültürel bir yıkım yaşadığımız koşullarda, sosyal medya büyük oranda yeni, çok verili, büyük bir kültürel yozlaşmanın zemini haline geldiğini de görüyorum, sistem kaotik şekilde işliyor, derin ve disipliner olan kaybediyor, onun yerine yüzeysellik büyük oranda yaygınlaşıyor.

Bir de dijital tartışmaları sinema tarihine bakıldığında, bana büyük oranda sessiz dönemden sonra sesin gelmesi ve bir on yıllık dilim içinde de sese rengin katılmasını hatırlatıyor. Hollywood bu işlerde hiçbir teorik tartışmaya katılmadı, o elindeki olanakları paraya çevirmenin derdindeydi, ama mesela Arnheim gibi kuramcılar büyük oranda sesin sanatı boğduğunu söylüyordu. Eisenstein ve Pudovkin bu konuda ortak bir makale yazdılar ve teknolojik gelişmenin sanatı öldürüp öldürmediği tartışmasından farklı olarak, bu niteliklerin yetenekli sanatçıların iyice keşiflerinden sonra yaratacağı olanaklara odaklandılar.

Bu anlamda dijital iyi mi oldu kötü mü oldu tartışması abestir, onun yerine bunun gerçek sanatçılar için yarattığı olanaklara odaklanmak en doğrusu. Öte yandan ise, üretimin ucuzlaması, büyük oranda üretimdeki verimsizliği artırdığı için, seçmek çok büyük önem kazandı, dolayısıyla eleştiri anlamlı bir mevzi kazandı. Ama Türkiye’de ne yazık ki eleştiri bir bütünsel kurum olarak, dijital dönemde öne çıkmak yerine, büyük oranda sürüklendi, sıradanlaştı, imzaların çoğu değerini yitirdi, sıradan bir mesleğe dönüştü, dahası ise eleştiri daha az ciddiye alınır oldu.